Ruslan Direniyor.

Kimileri çeşitli söylemler üreterek her ne kadar kabul etmese de, açlık grevi bir insanın yaşadığı bir haksızlık karşısında adaletin işlememesiyle ortaya koyduğu bir onurlu bir direniştir.

Siz devlet olabilirsiniz, iktidar olabilirsiniz, ordularınız, polisleriniz olabilir, televizyonlarınız da her türlü algı operasyonu geliştirebilirsiniz, cahilleri sindirebilir, korkakları geri itebilirsiniz. Parayla milyonlarca kişiyi çalıştırabilirsiniz, adalet kurumuna istediğiniz rengi verebilirsiniz.. İnsanları benim suçlu olduğuma, cezamı hak ettiğime inandırabilirsiniz de..  beni  mahkum edebilir ve bana ceza verebilirsiniz; ancak beni teslim alamazsınız demektir.

İnsan kendini aç bırakarak, doymak için yaşamadığını söyler açlık grevinde. Sadece doymak için yaşayan insanların açlığını gidermek için susarak, görmeyerek ve konuşmayarak zalimlere cesaret veren aç yığınları da protesto etmiş olur.

İnsanın esas mahkumiyeti; mahkemenin hükmettiği cezalar değildir. İnsanlar susarak, görmeyerek ve konuşmayarak yaşadıkları her ülkeyi cezaevine çevirir ve o ülkeyi zalimlere mahkum edebilirler.
Düğünlerde kasılarak bel çatlatan, asalet ve nezaket masallarıyla beyni uyuşmaktan burunlarının ucunu dahi göremeyen; taşı sıksa suyunu çıkartacak güçte her sosyal gruptan Çerkes delikanlısının aksine Ruslan Guaşho, geçirdiği hastalıklar sebebiyle sağlık sıkıntıları olan, ihtiyar bir büyüğümüz. Türkiye’deki gençlerin bir çoğu kendisini tanımazlar çünkü asalet ve nezaket masalları anlatmaktan ziyade, kendisi yaşamının büyük bir bölümünü gerçek hayatın içindeki sorunları görerek, Çerkes halkı için mücadeleye adamış birisi. Türkiyeli Çerkesler daha çok; güzel Çerkes kızlarını, pşinawoları, köşesinden asalet ve nezaket masalı anlatıp elindeki Çerkesmetre ile insanların Çerkesliklerini ölçen ümmetçileri tanır. Her fırsatta zaman geçirmeksizin kendisine bir karşı yaratıp ona gol atma peşinde maharet sürdüren Çerkes kalemşörleri bugüne kadar hangi Çerkes meselesine ulusal bir yaklaşım sergilemiş olabilirdi ki Ruslan Guaşho için harekete geçeceklerdi?

Türkiye Çerkes diasporası derin bir yozlaşmanın yatağında. Ulusal varlığımızı sulandıracak tartışma meselelerinde ışık hızını yakalayan, tartışmaların ve çalışmaların en hararetlisini buralara yığarak toplumun okuma becerisini kullanmaktan imtina etmeyen fertlerinin gözlerini ve zihinlerini yoran demagoglar, bir  halkın bütün hepsini ilgilendiren meselelerinde kaplumbağalara dönüşüyorlar. Anavatanımızda gerçekleşen bir çok olayda olduğu gibi, Ruslan Guaşho içinde böyle davranıyorlar. Bir süre geçtikten sonra her demagogumuz kendi sosyal grubunun bu konuyla ilgili bütüne varamayan çalışmalarını örnekleyerek; diğer sosyal grupların basiretsizliğini sergilemeye başlayacak nasıl olsa.
Halbuki bazı şeyler toplumun tamamını ilgilendirir ve o şeylerde toplumun başarısı da başarısızlığı da bütünüyle değerlendirilir. Mesela; Adalet öyledir.

Bugün Ruslan Guaşho’num mücadelesi de bir Adalet mücadelesidir ve kendisinin de açıkça ifade ettiği gibi uğradığı haksızlık yalnızca kendisine yönelik değildir. Kendisi üzerinden bütün Çerkes toplumuna bir mesaj verilmek istenmektedir.

Bu mesaj da; “Acınızı istediğiniz zaman konuşamazsınız”dır.

Daha önce Hulıjıy’da geleneksel danslarımızı yapan gençlere saldırılmış ve gözaltına alınmıştı.

O zaman ki mesaj da; “Sevincinizi istediğiniz zaman yaşayamazsınız”dı.

Demokrasisini Çerkeslerden esirgeyen Moskova hükümeti; dünyanın dört bir tarafına dağıttığı Çerkeslerin sessizliğinden güç alıyor. Açlığı peşinde ömür çürüten dünyanın bütün Çerkeslerine en güzel mesajı da yine Ruslan Guaşho veriyor; candan önce onur gelir.

Mahkeme Ruslan Guaşho üzerinden Çerkeslere “istediğiniz zaman acınızı konuşamazsınız” diye mesaj verirken, Ruslan Guaşho’da açlık grevine başlayarak Çerkeslere “candan önce onurun geldiğini” hatırlatıyor.

Şimdi bakalım Çerkeslere; Çerkesler kimin mesajını dikkate alıyor.

Çerkes mahallesinde davul-zurna çalmak

Mishe Berslan’ın Çerkesya Hareketi’nin internet sitesinde “İKİYÜZLÜLÜK… YARANMAZSAN, YOK OL…” yayınlanan  yazısı gerçekten okunmaya değer bir yazı, Türkiye’deki Çerkes realitesini hem bireysel hem de kurumsal olarak irdelememize olanak sağlıyor. Aslında biz bunu yıllardır güncel politik metinler ile anlatmaya çalışsak bile, Türkiye’deki diğer toplumsal unsurlar ile ortaklaşmış karakterler üzerinden anlatmayı bu kadar güzel başarabilmiş değildik. Bu açından bakıldığında Mishe Berslan’ın kaleme aldığı bu yazı, Çerkesleri Türkiye’deki diğer toplumsal unsurlar ile somut tarihler üzerinden kesiştirip buradan Çerkeslere pay çıkaran analizinin bir çoğumuzun dikkate alması gereken toplumsal sorumluluk örneği olduğunu da ifade etmem gerekecek.

Türkiyeli sıradan bir Çerkesin kültürünü illüzyonal ego ile yaşadığını söylemek zor değil, çünkü mahalleye inince mevcut durumunu hayatı boyunca hiç sorgulayamamış bir tabanın şişkinliği hangi yöne baksak gözüküyor. Mahalle demişken, örgütlü cemaatler mahalleyi pek umursamıyorlar. Küçük vurup, büyük alma peşinde mahalleye yönelik cılız ama coğrafyaya yönelik kuvvetli umutların peşindeler. Kalemler coğrafyayı yazarken, unutulan bir nokta şu ki; hayaller mahalle de inşa edilemiyor.

Çerkes mahallesindeki illüzyonal egoyu masaya koyma vakti çoktan geldi, kendini Çerkes siyasetinin bir parçası olarak konumlayan her bireyin bu illüzyonal Çerkes varlığını ortadan kaldırmak üzere çaba sar fetmesi lazım. Ama daha önce belki de mahalleye inmeden bir şeyler yapmak lazım, o ki; bu illüzyonal egoyu gruplarımızın kendi içinden söküp atması gibi. Çünkü mahalleye inip, mahalledeki illüzyonal egoyu yok etmek üzere çabalarken, bu çaba içerisinde kendi illüzyonal egomuzla hareket etmemiz mahallelinin çokta sindirebileceği bir şey olmaz.

Mishe’nin yukarıda bahsettiğim yazısı; o muhteşem Çerkes illüzyonunu perdeleyen vakalardan biri. Özellikle Türkiye için, Türkiyelilik kimliğini içselleştirmiş Çerkesler için, Osmanlı’dan bu yana hepimize çivilenmiş Kafkaslılık öğretisinin anlaşılması için bu illüzyon perdesini aralamak çok önemli. Bunları konuştuğumuz zaman ne yazık ki ilk başta kendi toplumumuzdan bazıları otomatik bir manipülasyon yaratıyorlar ve gördüğüm kadarıyla bu manipülasyonlarla birlikte konu hep rayından çıkıp bozuluyor. Bunu yapan Türk sağına adapte insanlar ve hatta Türk’ün islamla şerbetlenerek içine Çerkeslerden bir öbekte ekleyen mutasyon ideolojisine adapte insanlar için söyleyecek pek fazla şey bulamıyorum. Fakat bu manipülasyonlara kapılarak konunun rayından çıkmasında etki sahibi olan kesimler için söyleyecek bazı şeylerim olacak. Ama konu dağılmadan, konumuz hala illüzyonal egonun yakınlarındayken, bu illüzyonist egosu ağır basan her kesimden insana da hatırlatmam gerektiğine inandığım bir şeyler var. Çerkes olduğunuz için muhteşem insanlar değiliz. Sadece Çerkessiniz. Çerkessiniz diye ne Arapları, ne Kürtleri, ne Türkleri ne de başka birilerini aşağıdan göremezsiniz, eğer böyle bir eğilimiz varsa bilin ki siz hastalıklı insanlarsınız ve en aşağılık insanlar da sizlersiniz. Çerkeslerin geçmiş deneyimleri, yani kısaca tarih bizlere elbette bazı değerler katmış olabilir, bu değerler sizin şımarık ukâlalığınız adına değil, aksine insanlık adına Çerkeslerin ördüğü değerlerdir ve dahası, o güzelim değerlere verdiğiniz önemde laftan fazlası olsaydı, bugün içine düştüğümüz şu bitap hali sanıyorum yaşamamış olurduk. Asalet ve Nezaket diye böbürlene böbürlene geldiğiniz yolun sonu bugün ki tablo ile daha güzel ifade ediliyor, birbiriyle konuşmayı bile beceremeyen, neredeyse ortak hiçbir değeri kalmamış balondan asilzadeler topluluğu. Ne bugün hala adına methiyeler düzülen kadına verdiğimiz değerden bir eser, ne de geçmişte uzlaşı sağlamak adına araçsallaşan xase geleneğinden bir hava duruyor. Türkiye’deki Çerkeslerin çoğu bir aptallık uykusunda hala kadına, doğaya, halklara, insanlığa karşı kendine ait ufacık bir fikri ve görüşü olmadan; kendisine kalanlardan ödeye ödeye, başkası gibi ola ola yaşıyor. Sanırım dünyada bizden daha fazla geçmişiyle övünüp, geçmişinden eser barındırmayan bir halk yoktur. Yavuz Sultan Selim diye köprü açılıyor, bunların hepsi argüman. Aleviler karşı çıkıyor? Neden! Çünkü bu argümanın ne anlama geldiğini biliyorlar. Biliyorlar çünkü; bu argümanla bir tarihte kesişmişler ve kendi kaderleri için iyi şeyler olmamış. Çerkeslerin ise söyleyeceği hiçbir şey yok. Neden? Çünkü kendi tarihinden zerre barındırmıyorlar. Üstelik birileri bunları konuştuğu zamanda sadakat damarları incinip bir anda o ağızlarını kaplayan Çerkeslikten ışık hızında ayrılıp, efendisinin köpeği moduna girebiliyorlar… ve bu sadece geçmişle sınırlı kalmıyor! Bugün de Çerkesleri ilgilendiren meseleler de aynı reflekse sahipler. 7 gün 24 saat Çerkesliğiyle övünen birileri, Çerkeslerin talepleri konusunda iş başa düştüğünde kılını kıpırdatmıyor. İşi başına alıp yollara düşenlere ise yine sahibinin köpeği modunda saldırıyorlar.

Artık ismen ve cismen bizden olup, ruhunu sahibinin kayışına bağlayan bu saray, iktidar, güç soytarılarının mahallede kullanabildikleri tek silah ise manipülasyon. Onların bu silahına güç verenlerde bana kulak versinler.

Sevgili arkadaşlar siz kabul etseniz de etmeseniz de mahalle sizin hayal ettiğiniz sosyo-politik bir yapıya sahip değil. Bu yalnızca Çerkesler için değil, Türkiye’deki bütün halklar ve kesimler için böyle.
***
Haftalar ayları kovalamışken, yazılacak çok şey de birikti.. birikti de; önünde koca dağları görmeden kum tanesine edebiyat yapmakta pek mahir olan her görüşten insana; bir şeyler anlatmaya çalışmak insanı yoruyor.
Bu ay Jıneps gazetesine diğer Çerkeslerle aynı Türkiye’de mi yaşadığımızı sorma gereği duydum, zira ziyadesiyle Çerkesleri de etkileyen ve üstelik kimin Çerkesi olduğunun da pek farkı kalmadığı böyle alengirli zamanlarda dahi; kurumsal Çerkeslik hala bir ütopyanın içindeymiş gibi sessiz, silik; var ile yok arasında.
Anlatan bir kaç insan,
Müslüman mahallesinde salyangoz satıcısı gibi..
Gören yadırgıyor, duyan hayretlere düşüyor; sanki bütün yaşananlar arasında bir vaha var ve Çerkesler o vahadalar.

Hiç olmamış gibi..

Çerkes gözlerin neler görüyor sigoş?

Gün, güneş; Bu güneş ki; Çerkes gözleri tatil gören sigoşlara tatlı mı tatlı, piknik havası.. hele bir de düğün yapılır bu güneşin altında sormayın gitsin; tadından yenmez!

Ee dile kolay; çetin geçen kışın ardından herkes bu güneşi bekler. Çerkesler de öyle!  Çerkesler baharı sever, düğünü sever, zexesi sever.. hele bir de günlerce sürerse, hele bir de gece ateş yakılıp sohbet edilirse; vay anam vay!

Düşünsenize! Bütün gün düğünde oynamış durmuşsunuz, yemişsiniz Çerkes yemeklerinizi.. akşam tabi herkes yorgun, ateşi yakıyorsunuz, etrafında yuvarlak oturmuşsunuz, o güzelim tatlı mı tatlı, asil mi asil Çerkes sohbetine başlıyorsunuz. Yuvarlakta oturanlardan bir arkadaş başlıyor:

– Nart mitolojileri dünyanın en eski mitolojilerinden biridir tabi bu da Çerkeslerin geçmişten bugüne ne kadar köklü ve asil bir halk olduğunu çıkarır; Yunan mitolojisi bile bizden feyz almıştır.

Yuvarlaktaki herkesin göğsü kabarıyor; ee! Nartların torunları onlarda tabii… Sonra yuvarlaktan başka biri söz alıp başlıyor anlatmaya:

– Çerkeslerin yüzlerce yıldır soyadları var, tabi bu da Çerkeslerin geçmişten bugüne kadar ne kadar köklü, asil ve medeni bir halk olduğunu ortaya çıkarır.

Yuvarlaktaki herkes o an itibariyle müthiş bir coşku yaşıyor içinde, anlatılır gibi değil! Bu coşkuya dayanamayan bir genç hızlıca giriyor söze:

– Çerkeslerin hapishane kavramı yoktur, bu da xabzenin sosyal yaşamda nasıl adalet sağladığını ve toplumu bir arada düzenli tuttuğunu gösterir, bu da Çerkelerin ne kadar adalet dolu, köklü, asil ve medeni bir halk olduğunu anlatır diyor!

Yuvarlaktaki insanların içi bayram yeri, nasıl bir insan hiçbir çaba sarf etmeden adaletin timsali, köklü, asil ve medeni bir halk olmayı başarabilirdi ki Çerkeslerden başka? Bu asalet patlamasıyla bir genç hınzır gibi giriyor söze:

– Kadınlar evlendikten sonra da kendi soyadlarını kullanır, kadınların toplumdaki yeri hiçbir medeniyette olmadığı kadar kuvvetlidir; bu da Çerkeslerin ne kadar nazik, adalet dolu, köklü, asil ve medeni bir halk olduğunu ispatlar diyor.

Yuvarlaktaki herkes o an itibariyle bir asalet patlaması yaşamaktadır. Zaten mevsim de elverişlidir bu patlamayı yaşamaya; bahardır!…

Fakat fazla asalet; insanda uyuşukluk, unutkanlık, kaygısızlık yaratır. Hiçbiri Çerkesce konuşmamayı yadırgamamakta, sebeplerini düşünememekte ve buna dair hiçbir kaygı hissetmemektedir bu gençlerin. Bu gençler; atalarının tarihini iliklerine kadar sömürürken acılarını zerre kadar hissetmemektedir.

Çerkes gözleri gün, güneş gören arkadaşlar. Güneş insanoğlu için ve dahası dünyadaki tüm hayat için kainatın en değerli varlığıdır. Eğlenmek de yemek yemek gibi müthiş bir ihtiyaçtır ama fakat unutmak da nefessiz kalmak gibi  tehlikeli ve ölümcüldür. Gördüğünüz bu  güneş; 2 Mayıs tarihinde TBMM’nin aldığı bir kararla Gönen-Manyas yöresi Çerkesleri için; acıyı, susuzluğu, tekrar sürgünü, ötekileşmeyi, yoksullaşmayı ve ölmeyi temsil ediyordu. Yöre Çerkesleri o tarihte alınan bir karardan sonra Türkiye’nin ilk iç sürgünü olan Gönen Manyas sürgününe uğradılar! 1 gün etmeyecek süreyle hazırlanmaları emredildi ve yanlarında sadece bir öküz arabasının taşıyacağı kadar yük götürülmesine izin verildi. Afyon’a kadar bu güneşin altında yürüdüler. Afyon’da hayvan vagonlarına bindirildiler ve paramparça edildiler.

Nasıl oluyorda yok sayıyorsunuz? Nasıl oluyorda Çerkes gözleriniz bunu göremiyor? Unutmanız mı emredildi? Hiç olmamış gibi yapınca, tarihte o insanların çektiği acılar siliniyor mu sanıyorsunuz?

Çerkeslerin yarını ne olacak?

Bugün Türkiye’de tüm büyük illerde gördüğümüz Suriyeli mültecilere baktıkça hüzün doluyorum. Vatanını terk etmenin ne demek olduğunu aslında en iyi Çerkesler bilebilirler. Çerkesler de 1864 yılında hem deniz hem kara yoluyla bugünün Türkiye’sine gelmişlerdi. Geçtiğimiz aylarda İstanbul’da sırf etnik bağımız olduğundan ötürü merhabam olan bir insanla oturup çay içerken mültecileri kastederek “bunlar da buraya doldu” demesi üzerine parladım. Savaş görmüşüz, ölüm yaşamışız, vatan terk etmişiz… gelmişiz; aç kalmışız, hasta olmuşuz, ölmüşüz… kadınlarımız beyaz köle diye pazara çıkarılmış, asker olarak balkanlardan-ortadoğuya kadar her bir yere yerleştirilmişiz, her savaşta ve isyanda ölmüşüz, öldürmüşüz.. şimdi kalkmış; neredeyse bizimle aynı yollarla bu ülkeye sığınmak zorunda kalan birilerini beğenmiyoruz. Tarihsizlik, hafızasızlık, onursuzluk bu! Halbuki Çerkeslerin en çok övündüğü atasözüdür Psem Yipe Nape! Yani: Candan Önce Onur Gelir…

Bu olaydan hemen sonra ben masadan kalktım ama aklım masadan kalkmadı. Aklım Suriyelileri düşünmeye başladı. Türkiye, Suriye’deki terör örgütlerine yardım ve yataklık yaptı, silah verdi.. dünyanın her bir yanından teröristlere Suriye’ye açılan kapı oldu, kolaylık sağladı ve ülkenizde iç savaş çıktı… yeriniz yurdunuz yıkıldı, belki bir çok arkadaşınız, eşiniz, dostunuz öldü… belki çocuğunuz öldü… kaçtınız! Ölümden, terörden, yıkımdan kaçtınız ve yurdunuzu cehenneme çevirmek için elinden geleni yapan, bir çok şeyim sorumlusu olan ülkeye sığınabildiniz. Avrupa sizi istememiş. Türkiye siz Avrupa’ya gitmeyin diye milyar paralara anlaşmış avrupayla… kalmışsınız Türkiye’de… Düşünebiliyor musunuz? Ülkenizde terörü destekleyen ve yurdunuzu terk etmek zorunda kalmanızın ana sebebi olan bir ülkeye sığınmışsınız… bu ülke; sizin varlığınız üzerinden dış siyaset yapmış! Açarım haa kapıları demiş! Otobüslere bindiririm ha! demiş… Avrupa da sırf siz gelmeyin diye çok şeyi görmemezlikten gelmeye razı olmuş… düşünebiliyor musunuz? Sonra kalkmış adamın birisi; hayatı boyunca iktidarı hiç sorgulamamış, bir şey için bu yanlış dememiş birisi… sizi yadırgıyor.. düşünebiliyor musunuz?

Hiç tahmin edebilir misiniz acaba, o kişinin de sizin gibi geldiğini?

Neyse!

Bu konuyu çok derinlikli düşündüm kendi kendime, utanarak, sıkılarak…

Hem bu ülkenin bir vatandaşı olarak utandım, sıkıldım. Hem de Suriye’liyi yadırgayan adamın soydaşı olarak..

Bir yönüyle farklı zamanlar da eşit kaderi yaşayan toplumlardan Çerkesler içlerinden böyle insanlar çıkarıyorlarsa ne diyelim; sonumuz hayır olsun.

Şuan yaşadığımız ülkenin güney doğu sınırları kanlar içinde.. o topraklardan kaçıp sığınacak yer arayanlar ise devlet eliyle yerleştirildikleri kamplarda her türlü istismara uğradılar hem devlet eliyle hem de halk eliyle. Suriyeli kadınlar Türkiye’de de parayla satıldılar. Güney doğu illeriyle ilişkisi olan herkes bunu iyi biliyor. Üniversite mezunları dahil bir çoğu inşaatlar başta olmak üzere bir çok sektörde ilikleri sömürülürcesine çalıştırıldı, mesleğinde inşaatçılık olanlar da bunu iyi biliyor. Geçen gün Türk işverenin Suriyeli işçiye bakış açısının tablosunu çizen İzmirli faşistin teki, işe geç kaldığı iddiasıyla darp ettiği Suriyeli işçinin üzerine basarak poz veriyor ve bu pozu sosyal medya hesabında “Türkün Suriyeliden intikamı” diye paylaşıyordu, ya paylaşılmayanlar? Burdur’un bir beldesine bağlı köyde fayans işçisi olarak çalışan Suriyeli inanılmaz düşük ücrete şap döküp fayans döşüyordu, babamın arapçası vasıtasıyla konuşabildiğim kadarıyla şuana kadar (3 yıldır Türkiye’de) çalıştığı en iyi iş bu olmuş. Babam kendisine; devlet size yardımda bulunmuyor mu diye sormuş, kamplarda kalırsak bakıyor demiş. Neden kamplarda kalmadıklarını ise hepimiz iyi biliyoruz bence. Büyükşehirlerde dilencilik yapanların çoğu da Suriyeli değilmiş (deyimine göre) Suriyeli taklidi yapan Türkiyelilermiş.

Neyse…

İşte kanlar içindeki komşularımızdan gelip sığınanların en hafif hali bu, hafızasız olmayanlar bu toprakların nasıl kanlar içinde kaldıklarını iyi hatırlayacaklardır. Tunus’ta başlayan ve domino gibi Suriye’ye kadar dayanan, batı medyasının ve Türkiye’nin o meşhur “Arap baharı” anlatımlarını kim nasıl unutabilir.

Bu süreçte komşularımıza kan dökmeye gelen kiralık katillerin son durağı hep Türkiye idi ve dahi savaşta yaralanan katillerin tedavisi de Türkiye’de yapılıyordu. Bu süreçte Türkiye’de yuvalanmadık yer bırakmayan bu katillerin örgüt/leri; Batının Suriye politikasını değiştirerek Türkiye’yi ters köşe etmesi sonucunda tam da Putin’in yıllar önce söylediği gibi yapmaya başladılar. Putin şöyle demişti: “Bu akrep onu cebinde taşıyanı da sokar.” Bir çok terör saldırısına maruz kaldık, bildiğimiz son saldırı yılbaşında gerçekleşti ve henüz bu katillerin büyük çoğunluğunun hala yerleştikleri bataklarda duruyorlar.

ve dahası… 15 Temmuz’da darbe yapmaya kalkışanlar; -ki onlar da bir zamanlar Türkiye’nin cebinde taşıdığı akrepti ve Türkiye’yi soktu- bize gösterdi; Türkiye’de bir zamanlar devlet eli ve yardımıyla bu ülkede devletin her türlü kademesi dahil, Türkiye’nin her yeri teröristlerle dolduruldu. Tam bu atmosfer de devlet siyasi bir gerilim yaratacağı ayan beyan ortada olan bir hamle yaptı. Yetkilerin tek elde toplanacağı bir başkanlık sistemini referanduma taşıdı. O da yetmez gibi, Meclisin 3ncü büyük partisi olan ve Türkiye’de sessiz sedasız kalmayacak bir kesimi temsil edenleri hedefine oturtarak parti başkanlarını, milletvekillerini, il eş başkanlarını, ilçe eş başkanlarını, belediye eşbaşkanlarını ve binlerce parti çalışanını tutukladı. OHAL sebebiyle yayınladığı KHK’larla Akademi dahil, Yargı dahil, ülkenin her kurumunu kendine biat eden kişilerle doldurmak için boşalttı.

Bir kriz yaşandığı çok bariz, ancak henüz bir savaşa dönüştüğü söylenemez. Allah muhafaza ya istenmeyen olur da Türkiye’de bu krizden gizlenerek-beslenerek güçlenen ışid hücreleri, fetö teröristleri bir kargaşa çıkarırlarsa?

Ya da hiçbir kriz çıkmadan tüm yetkiler bir kişide toplanır ve bu kişi tüm bu yetkilerini kötüye kullanmaya, ezmeye, sindirmeye her zamankinden fazla başlarsa?

Ya da bu referandum evet ya da hayır da çıksa…

Çerkesler yarını her ihtimaliyle nasıl değerlendiriyorlar. Gelin kısa kısa bir kaç olayı hatırlamaya ve düşünmeye çalışalım.

Geçtiğimiz günlerde Çerkes camiası için emek veren ve bir çok kesim tarafından bu emekleri hoşgörü ile karşılanan Ghut Erdoğan Boz’un da dahil olduğu bir çok akademisyen meslekten ihraç edildi. Dahası şurasına yüksek ihtimal ki ne fetöcü ne dhkpci ne pkkli ne de başka silahlı bir örgütten olmayan ve henüz toplumumuz tarafından pek bilinmeyen Çerkesler de görevlerinden ihraç edilmiş olabilir.

Ondan önceki aylarda Türkiye’de sadece Çerkeslere yönelik program yapılması için ve Çerkes bir sunucu ve ekibin hazırladığı “Marje” programını barındıran İMC TV kapatıldığında, web sayfaları bile kapatıldığında  Türkiye’de Çerkeslerin 2 hafta üst üste kendi gündemlerini seçip konuşabilecekleri tek bir program kalmadı.

ve dahası; iktidarın kanatlarının altında Türkiye’de devletin her kurumunun en önemli yerleriyle birlikte orduya da sızarak darbe yapacak cesarete ulaşan FETÖ örgütü boğazda onlarca insanla birlikte toplumumuzca tanınan Erol Olçok ve onun henüz çiçeği burnunda oğlu! öldürüldüğünde ve onların katillerini o mevkiye taşıyanlar hakkında henüz hiçbir şey yapılmıyorken

ve dahası; sözde demokratik açılımlarla devlet televizyon ve radyosu TRT’nin Kürtçe, Arapça ve daha başka dillerde 24 saat yayına başlayıp TRT Çerkesce talebinde bulunan insanlara TRT Türk, TRT Avaz izleyin diye yanıt gönderilince hiçbir şey düşünemiyorken

ve dahası; Bu ülkede hala kardeşçe yaşanabileceğini, komşuların savaştan yıpranan çocuklarının tekrar sevindirilebileceğini inanan içlerinde bizim canımız-ciğerimiz olan Nartan ve Ferdane’ninde olduğu üniversite öğrencisi ve sivillerin kuş uçurulmayan bölgede ellerini kollarını sallayarak gelen bir canlı bomba tarafından katledilmesinden sonra susmayı bile beceremeyenlere hala tahammül ediyorsak

Sözde en kan ve soy kardeşimiz, kendimizden zinhar ayrı görmediğimiz Abhaz halkının Anavatanı Abhazya Cumhuriyeti’nin seçim sandıklarına Türkiye polisi el koyarken, el pençe duruyorsak

Çerkes sorunlarının araştırılması ve çözüm üretilmesi üzerine meclise verilen önergeye ilk başta biz karşı çıkıyor ve engel oluyorsak

Tabii ki korkacağız yarından.

Bu topraklarda bir anne deyimi olarak “herkes kendini kurtarır, sen ortada kalırsın” diye bir söz vardır. Ne Türkün ne Kürdün bir Çerkese ihtiyacı yok. Onlar şuanda “birlikte yaşamak” ile “birlikte yaşamamak” arasında kavga dövüş ediyorlar. Ya birlikte eşit yaşayacaklar ya da birlikte yaşamayacaklar bana göre. Şöyle bir açıp Irak, Suriye ve Türkiye’nin Kürt bölgesine göz atınca; Kürtlerin de, Türklerin de yarından korkuları olmadığını görürsünüz. İkisi de yarından emin, ikisinin de alternatifleri var. Onların kavgası yukarıda söylediğim gibi.

Ya biz?

Ethem Pşevu gibi birisinin en öndeki askeri olup, ölüp-öldürüp sonra yine mi değersizleşeceğiz?

Ya da Suriyeli Çerkesler gibi, Anavatanımıza alınmazsak Avrupa’ya mı kaçacağız?

Artık herşeyi bir kenara bırakıp, bir Çerkes olarak bunları da düşünmek zorundayız. Bu zorundalığı biz değil; hayat dayatıyor.

Sosyal Medya Çerkesler içinde bir fırsat olabilir

Kuşkusuz ki büyüklerimiz gençlerin internette geçirdikleri zamandan zaman zaman şikayetçi olabiliyorlar. Geçtiğimiz aylarda babam torununun daha bu kadar küçük yaşta internette etkin olmasına duyduğu üzüntüyü kendi çocukluğundan kalan anılarıyla anlatıyordu. Ancak babama açıkçası çok da fırsat vermeden, artık herşeyin değiştiğini ve bu artık geri dönülmeyecek kadar içselleştiğini anlatmak zorunda kaldım. Dünyada hepimizin bir yerel bir de global kültürleri oldu, babam ve akranları global kültürü nasıl radyo ve televizyonda yaşattılar ise torunları da internet ve sosyal medya da yaşayacaklar. Açıkçası ben kendimi ve akranlarımı tam bu iki global kültürün geçişine koyuyorum, televizyonla büyüyenler ve fakat intereneti de öğrenenler kısmına.

İnternetin zararları anlatmakla bitmez, ancak sadece zararlarını anlatırsak pesimist gibi boş tarafa bakıyor olmaz mıyız? Çünkü aynı zamanda internetin yararları da anlatmakla bitmez. Mesele; interneti hangi yönde kullanacağımıza kalıyor.

İnternet yalnızca film-dizi izlediğiniz, oyun oynadığınız, alışveriş yaptığınız bir yer değil. Hatta hiçbiri değil! İnternet bir taşıyıcı, sunan ile alan arasındaki o bağlantı. Biz sürekli alan gibi; ne sunuluyorsa onu almaya çalışmak zorunda da değiliz.. belki bizim de sunacak bir şeylerimiz olabilir?

Çok düşündüm, bu kadar düşünmüşken de 2 satır yazarak daha önce düşünmeyene düşündürmek, düşünene cesaret vermek, bir şeye ortak olmak istedim.

Derneklerde sosyal medya komisyonları kurulur ve bu komisyonlar gençlere interneti nasıl faydalı kullanabiliriz diye kurslar verebilir.

Mesela geçtiğimiz gün “Çerkeslere Sorduk” isminde bir anket çalışmam olmuştu, en çok kullandığınız sosyal medya aracı sorusuna neredeyse %90lık kesim Facebook demişti..

Kursumuz da “Facebook nasıl bir fırsata çevirilebilir?” düşünülebilir. Düşünüldüğünde çok fazla şey de ortaya çıkacaktır. Zaten genel yapısı itibariyle hem bireyler, hem dernekler hem de örgütler facebook’tan nasipleniyorlar. Duyurularını, bildirilerini, fotoğraflarını, videolarını paylaşıyorlar.

Ancak bu facebook’un engin deryasında çok sığ bir faydalanma biçimi.. daha fazla, hatta çok daha fazla bir şekilde faydalanmak mümkün. Bunu olabilir kılmak için tek yapılması gereken şey; bunun üzerine kurulmuş küçük bir topluluk ve bu topluluk için bir fikir.

O zaman size küçük bir fikir; şuan Çerkes toplumunda unutulmaya yüz tutmuş bazı şeyleri neden kısa filmler haline çevirmeyelim?

Ne mi lazım? Anadil kursuna katılan bir kaç gönüllü kursiyer, kameralı telefon, temel bilgisayar bilgisine sahip bir kaç kişi, bir de unutulmaya yüz tutan o şeyle ilgili hikaye yazabilecek bir hayalperest…  Hepsi var..

O zaman bir küçük fikir daha…

Anadil kursu öğretmeni neden bir filmin diyaloglarını Çerkesceye çevirerek kurs vermesin ki öğrencilerine? Neden yıl sonunda bu filmi Çerkesce altyazı ile izlemeyelim ki?

Belki bir sonraki sene Çerkesce dublaja bile geçebiliriz…

İçinizde çok yetenekli insanlar var, bu yeteneklerini her yerde paylaşıyorlar. Bir tek derneklerimize geldiğinizde bu alan olmadığı için haluj yeyip şeşen oynursunuz. Gençler; yetenekleriniz Çerkesleri 21nci yüzyıla adapte edebilir ve unutulmaya yüz tutan şeylere bir güneş gibi doğabilir!

Derneklere koşun ve yetenekleriniz ile Çerkesliğe hizmet etmek için yönetim kuruluna baskı yapın! Eminim ki bir çok yönetim kurulu bu fikriniz için size teşekkür bile edecek..

2016 Biterken Çerkesler: Yüzyılda iyi olan şeyleri yitirdik, kötü olan şeyleri koruduk.

2016 yılı dünya tarihinde derin izler bırakarak geride kalıyor, son günün ilk saatlerinde bu izleri düşünüyorum ve gelecek on yılları ve hatta asırları, bu yılı nasıl değerlendirecekleri konusunda öngörülerde bulunmaya çalışıyorum. 2016 yılı dünya üzerinde bir çok toplumu doğrudan fiziksel ve psikolojik olarak etkiledi ve yine bir çok toplumun sosyal ve ekonomik düzenini etkiledi. Egemen veya görece egemen toplumların bu etki üzerinden çeşitli politikalar ürettiklerini gördük, kimileri insanlık krizi olarak adlandırabileceğimiz bu şiddet sarmalını kendileri açısından fırsat bildiler, acı çeken, her yönüyle ağır şiddet gören toplumları kendi çıkarları doğrultusunda araçsallaştırmayı denediler ancak  egemenlerin çıkarları çakıştıkça bu şiddet sarmalı derinleşti. 2016 yılını bütün dünya için hiç özlenmeyecek bir yıla çeviren faktör de bu şiddetin derinliğidir. Bu derinliğin de tek sebebi bir insanlık krizini kendi çıkarları doğrultusunda fırsata çevirmekten başka amacı olmayan politikalar üretmektir.

Egemenleri bir kenara bıraktığımız da, görece egemen toplumların da bu krizde “kendi haklı gerekçeleriyle” bir politika ürettiklerini gördük ancak yavaş yavaş tüm politikalarının egemenlerin politikalarına doğru kaymasına da şahit olduk. Senenin son günlerinde sahada hakimiyet kuran tüm grupların iki egemen politikadan biriyle iç içe girmeye başladıkları artık herkes tarafından hissedilen bir gerçekten ötesi değil. Bu saatten sonra 2017 yılının iki egemen politika arasındaki rekabete dönüşeceği de neredeyse kesinleşti. Çizgisini bu iki politika arasında biriyle paralelleştirerek sahada kalan grupların bu saatten sonra kendi politikalarını bağımsızlaştırabilmesi imkansız, artık paraleli oldukları büyük politika da küçücük bir pay sahibi olmaktan başka kaderleri kalmadı.


Öte yandan 2016 yılının bıraktığı bütün izlerden, her görüşüyle sırtında taşıyan fakat ısrarla bunu yok sayan bir toplum olarak Çerkesler, “hiçbir şey yapmaya” son sürat devam ettiler. Yıllardır bir çok kişinin de tabiriyle kendini dünya da “fanus içinde” sanarak yaşamak Çerkeslerin yeni çağdaki vebası. Sürekli ve yoğun biçimde karşısındaki diğer Çerkese yönelik agresif ve eleştirel yaklaşımlarına bakıldığında insan Çerkeslerin bu gezegende yaşamadığını sanabilir, ancak bilmeyenler için söylemeliyim ki Çerkesler bu gezegende yaşamaktadırlar ve hatta 2016 yılını dünya için karanlığa, kana, teröre ve gözyaşına çeviren insanlık krizinin merkezindeki toplumlardan birisidir de.

Müslüman Çerkesin-Sosyalist Çerkese, Sosyalist Çerkesin-Müslüman Çerkese, arada derede ikisi de olup birinde daha fazla yoğunlaşanların da, diğer tarafta yoğunlaşan Çerkeslere yönelik bitmek tükenmek bilmeyen “dalaşı” sürerken, terör saldırıları sonucunda hayatını kaybedenler içerisinde Çerkeslerin de olduğunu anlayamamaları, kurumların arama motorlarında “terörü lanetleme mesajı” olarak aramaları sonucu ulaştıkları kalıp mesajları yayınlama kolaycılığı, bölgedeki ve dünyadaki tırmanan şiddetin Çerkeslere yönelik her alanda oluşturduğu baskıyı değerlendirme yoksunlukları Çerkeslerin hala “rüyalarında” yaşadıklarının en net sonucu. Yaşananlara sadece mezhepsel, dinsel veya siyasal tepki verme eğilimleri, bu tepkilerin hiçbirisinin Çerkes toplumuna yönelik anlamlı bir değer taşıyamıyor olmaları Çerkeslerin varlık öncelikleriyle ilgili ipuçlarıyla dolu. Kimisi sahilde kumdan kale yapar gibi ciddiyetsiz, altyapısız, araştırmasız kampanyalar yürüterek kendi egosal açlığını gidermeyi denerken, kimisi artık aracına dönüştüğü görüşün politikalarından başka söyleyecek hiçbir şey bulamaz halde. Birbirini-birbirinin karşısına koyarken eline su dökülmez derece de ayrışacak nokta bulma ustaları, birbirinin yanına gelmesi gereken noktalarda bırakın başarısız girişimi-denemeyi, aklına bile getiremiyor.

Türkiye’yi diasporasal olarak siyasi farklılıkların derinliğinden ötürü yaklaşılmaz eğrilik olarak değerlendirmeyi denesek, anavatanda Türkiye ile hiçbir ilgisi olmayan ve tamamen saf olarak Çerkesleri ilgilendiren meselelerde dahi bir araya gelmedikleri gerçeğini gözlemliyoruz. Adnan Khuade olayı ve diğer Çerkes aktivistlere yönelik baskılar da bunun örnekleri. Anavatanda yaşayan insanların da bu girdap içinde sürüklendiklerini görüyoruz.

2016 yılı Çerkesler için 1916 yılından farklı mıydı emin değilim, ancak 1916 da bizimle olan bir çok şey artık bizimle değildi.  Geçen yüzyıl da iyi olan çok şeyimizi kaybettik ancak kötü olan bu durumumuzu ne yazık ki koruduk. Umarım 2017 yılında bu kötü huyumuzu kaybeder, iyi bir huyumuzu korumayı becerebiliriz.  Çerkes gibi düşünebiliriz. Çerkes gibi yaşayabiliriz.

Bugünün siyasi tarihi ve Çerkeslerin yarını

AKP’nin bugün birilerine verdiği hiçbir teminat yarın için geçirdi değil ama ne yazık ki birileri  bunu göremeyecek kadar kör durumda. Gazeteler, televizyonlar, radyolar kapatılmış, gazeteciler, yazarlar, aydınlar tutuklanmış, milletvekilleri, siyasiler […] valilikler her türlü gösteri ve yürüyüşü yasaklıyor, iki kişi bir araya gelindiğinde plastik mermi, toma, biber gazı kullanılıyor, polis milletvekilinin ellerine “kes lan” diyerek vuruyor, sırf onun kaburgasını kıramadı diye, oğlunun kaburgasını kırarak onu cezalandırıyor ve televizyon da hükümet sözcüsü hala “demokrasi” diye bir şeyler söyleyebiliyor.h

Anayasayı fiilen ihlal etmekle övünen bir adam, ki bu adamın oğlu daha geçtiğimiz yıllar da kara para aklama, hırsızlık ve nitelikli dolandırıcılıkla itham edilmiş ve ifadeye çağrılmıştı ve bu adam her türlü hukuku çiğneyerek oğlunu ifade vermeye göndermemişti, işte şimdi çıkmış diyor ki “Hiç kimse hukuktan üstün değildir.” Daha dün MİT tırlarıyla Suriye’deki terör örgütlerine silah gönderdiği belgelenmiş bugün çıkmış “Terör bumerang gibidir” diyor ve televizyon da hükümet sözcüsü hala “demokrasi” diye bir şeyler söyleyebiliyor.

“Ya başkanlık ya kaos” diyen bir adam bugün çıkmış  parlamentodan bahsediyor, bunları konuşmanın yeri Meclistir demekten zerre çekinmiyor. Kendisinin partisinin de, hükümetin de başına nasıl geldiğini sanki hiç hatırlamıyormuşçasına anamuhalefetin HDP’nin adını bile anmaktan korkarak usulen hazırladığı bir bildiriye “Nedir bu kepazelik” diyebiliyor. Aynı zamanda Suriye’den yaralı teröristleri alıp tedavi edip geri gönderdiğini unutarak “Hiç kimsenin milletin parasını teröre peşkeş çekmeye hakkı yok” diyor ve televizyon da hükümet sözcüsü hala “demokrasi” diye bir şeyler söyleyebiliyor.

“Anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz” diyen birisi,  bugün milletvekili tutuklamalarıyla ilgili siyaset yaparken zerre kadar tereddüt etmiyor. Anayasayı fiilen ihlal eden adamın bunu meşrulaştırması için başlayacağı çalışmanın ayağına katılırken yeni kapıda yanyana görünmekten tereddüt etmiyor, bu ortamda mağdurlarla yanyana görünmekten ödü kopuyor. Dokunulmazlıklar ile ilgili AYM’ye başvuru sürecinde “Destek vereni partiden atarım” diyor ve parti sözcüleri çıkıp hala “demokrasi” diye bir şeyler söyleyebiliyor.

Muhalif bütün milletvekillerinin, gazetecilerin, yazarların, akademisyenlerin, siyasilerin tutuklandığı, televizyonların, gazetelerin ve radyoların kapatıldığı, meydanların halka yasaklandığı bir ortam da  demokrasinin varlığından söz etmek ayrı bir marifet.

***

En başından bu yana, ülkede gelişen her şeyin bize olan etkisini anlatmaya çalıştım Çerkeslere. Sadece kötü şeylerin değil, iyi şeylerin de. Fanus içinde olmadığımızı, dış dünya ile etkileşim halinde olduğumuzu yazdığım bir çok yazı var. Rusya ile başlayan uçak kriziyle, Türkiye’nin Suriye politikasının Çerkeslere verdiği zararı bugün inkar edebilecek kimse olmamasına rağmen, bunu Rus düşmanlığı üzerinden hala övecek bir sürü insan var. O halde sanıyorum artık hiç kimse, ülkede gelişen hiçbir şeyin bizi etkilemeyeceği iddiasında bulunamaz ve dış dünya ile etkileşim halinde olduğumuzu kabul eder.

Peki bugün yaşananlar ışığında baktığımız zaman Türkiye, Çerkesler için nasıl bir öngörü oluşturuyor?

İktidarın artık tek bir siyasi parti olduğu söylenemez, çünkü iktidarın günahı sırtında kendi başına taşıyacağından fazla ağırlaştı. İktidar artık bir koalisyondur ve bu koalisyonun bir ortağı da MHP’dir. Birlikte kurdukları koalisyon iki günlük değildir, AKP’nin savaş politikalarına girmesiyle birlikte ki özellikle haziran seçimlerinden sonra çok açık bir şekilde bir ilişki geliştirmişlerdir. Zaten o günden bu yana Türkiye Halklar açısından giderek gerilemiştir. Halkların sadece birlikte siyaset yaptıkları alanlar değil, birlikte konuştukları televizyonlar, birlikte yazdığı gazeteler de kapatılmıştır. Halklara duyarlı gazeteciler ve yazarlar da tutuklanmıştır. Çerkeslerin kendini topluma karşı ifade edebilecekleri her türlü alan saldırı altında tutulmakta ve baskılanmaktadır. İMC TV’nin kapatılması örneği Çerkeslerin Çerkes olarak kendilerini topluma aktarabildikleri bir alanın nasıl yok edildiğinin göstergesidir. Bugüne kadar parlamento da Çerkes sorunlarının araştırılması ve önüne geçilmesiyle ilgili önerge veren isimlerin tutuklanması da Çerkeslerin kendini devlete ifade edebildikleri vekillerinin susturulması ve baskılanmasıdır.

Çerkeslerin siyasi olarak aynı düşünmediği, Türklerin ve Kürtlerin de aynı düşünmediği kadar elbette gerçek, hiç kimsenin bütün Çerkesler adına açıklama yapması doğru değil ancak aynı düşünen-düşünmeyen bütün Çerkesleri ilgilendiren şey Çerkesliktir. Çerkes halkının dilinin, kültürünün yaşanmasına, gelişmesine ihtiyacı olduğu da açık. Bugün genç Çerkes nüfusunun çoğunluğunun anadilini bilmediği gerçeğini hiçbir parti taraftarlığı yok edemiyor, bu anlamda Çerkeslerin kendilerinin bu sorunlarını ifade edebileceği ve çözüme odaklı siyasal faaliyet yürüterek bu sorunun önünü almayı deneyecekleri alanla, bugün iktidar zihniyetinin yok etmeye çalıştığı alan farklı değil. Bu anlamda iktidarın yok ettiği alanı savunmak, Çerkes dilini ve kültürünü de savunmaktan ötesi değil.

“Perşembenin gelişi, çarşambadan bellidir” diye bir söz vardır, Çerkeslerin hukuki olarak yok sayıldığı, kendi dili ve kültürleri için siyasal faaliyet yürütüldüğü, topluma hitap ettiği alanların kapatıldığı bir zeminin hiçbir Çerkes için hayırlı olmadığı belli. Nasıl dün yaşanan “Anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz” demelerle “AYM’ye başvuru için destek vereni partiden atarım” demelerle, “Yenikapı ruhu” içine girmelerle bugünlere gelinmişse, bugünde başta Kürtler olmak üzere tüm muhalefete saldırılar, yarın Çerkeslerin başına ne geleceğinin en net göstergesi.

Suriye'ye Çerkes gibi bakmak lazım.

Suriye’de yıllardır süren kanlı savaşın bir mağduru da Çerkesler, ancak Türkiyeli Çerkesler bunu ya konuşmadığı ya da çok sessiz konuştuğu için ne Türkiye’de ne de dünyada bununla ilgili bir gündem yok. Geçtiğimiz aylarda Suriye Demokratik Güçleri Menbiç’i kanlı örgütün elinden kurtardığında biraz bekleyeyim, sonuçta Menbiç Türkiye’li Çerkeslerle akrabalık kurmuş Çerkeslerin de yaşadığı bir yer dedim ancak nafile. Türkiyeli Çerkesler Suriye’deki savaşı kendileri olarak bakabilmenin çok uzağındalar ve genel Türkiye toplumu gibi hafıza sorunu yaşamaktalar. Bu günlerde islam aleminin kurban bayramı yaklaşmasıyla Suriyeli kardeşlerimize yardım adıyla toplanan kurban derisi kampanyası belki bize yardıma muhtaç Suriyeli Çerkesler olduğunu anımsatabilir? Belki düşünebiliriz; o Çerkesleri yardıma muhtaç hale düşüren, evlerini-barkları terk etmek zorunda kaldıkları sebepleri-sonuçları.

Bugünlerde Türkiye, tankıyla-topuyla Suriye toprakları üstünde ÖSO denen bir örgütün önünü açmaya çalışıyor. Buraya bakarken en dikkat çekmek istediğim konu; Türkiye’nin özellikle SDG’nin de mevzilerini içerisinde YPG var diyerek topa tutması. Bu durumu da “terör örgütleri arasında hiçbir ayrım yoktur” diyerek izah ediyor ve hatta bütün dünyaya “terör örgütleri arasında ayrım yapmanın hata olduğunu” anlatıyor. Bende bunu bu ülkenin bir vatandaşı olarak kendime soruyorum; “ÖSO bir terör örgütü değil mi?” diye. Sonuçta Türkiye toplumu içerisinde de olsam, Çerkes de olsam hafızam hala yerinde.  2013ün ağustos ayında İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün 190 sivili öldürdüğü ve bir o kadarını da rehin aldığını belgelediği bir örgütten söz ediyoruz. Öldürdüğü derken şu ayrıntıyı da sakın kaçırmayın, bir çatışma sırasında değil. Alevi oldukları için baş kesmek suretiyle. Yine İnsan Hakları İzleme Örgütü 105 sayfalık raporla “sistematik olarak insan hakkı ihlalleri işledikleri güvenilir kaynaklara dayanan gruplara” destek verilmemesi için özellikle Türkiye’ye bir çağrı yapmıştı.

Bugün Türkiye’nin verdiği destek ortada. Artık inkar edilecek, üstü çizilecek bir tarafı yok. Hep birlikte el ele – kol kola Suriye’ye giriyorlar ve Türkiye kendi söylemiyle terör örgütleri arasında hiçbir ayrım yapmaksızın tüm terör örgütlerini vuruyor. Türkiye’nin vurduğu yerlere ÖSO giriyor ve artık ÖSO’nun yeni adı “yerli halk.”

İnsan Hakları İzleme Örgütünün özellikle Türkiye’ye seslenerek sunduğu 105 sayfalık raporda Türkiye’nin Suriye müttefiki olan ve adına “yerli halk” demeyi uygun bulduğu ÖSO ile birlikte Ağustos 2013 de Lazkiye kırsalında işgal edilen 10 alevi köyünde yaşananlarla ilgili görgü tanıklarının ifadelerini hepiniz okumalısınız.  Bugün IŞİD’e karşı ortak operasyon yaptığımız ÖSO’nun Lazkiye katliamlarından sonra, o dönemki genelkurmay başkanı olarak tanıtılan Selim İdris, “silah depolarımızı islamcı kardeşlerimize açtık. Aramızda hiçbir sorun yok.” derken elbette bahsettiği islamcı kardeşlerinden birisi de o IŞİD bağlantılı gruplardan El Nusra idi.

Şöyle bir hafızanızı yokladığınızda, çok değil yakın zamanda bugün Türkiye’nin müttefiği olan ÖSO’nun El Nusra ve diğer radikal islamcı gruplar ile birlikte gerçekleştirdiği katliamları hatırlayacaksınız. Türkiye onlara her ne kadar “yerli halk” muamelesi çekse de, terörün yerlisi-millisi olur mu diye düşünmeyi akıl edemeyecek bir ülke değil. Bugün Türkiye’nin Suriye’de boşalttığı yerlere yerleştirmek istediği ÖSO, işlediği cinayetler, bizzat başını çektiği katliamlar, Alevi köylerindeki kıyımları, Öso’ya bağlı Nurettin Zengi Hareketinin Halep’te 17 yaşında bir çocuğun kafasını keserken paylaştığı videolar ve daha nicesiyle ne olduğu yaptıklarıyla tescilli bir terör örgütüdür. Türkiye’nin “terör örgütleri arasında ayrım yapmama” nasihatini aynaya bakarak kendisi yapmayı denemelidir.

Şimdi gel gelelim Çerkesler açısından bütün olup-bitene!

Çerkes camiasında ya da Çerkeslerle temas kurabilen Türkiye camiasında Çerkeslerin Suriyedeki varlığı üç-beş katilin varlığıyla radikal islamcı gruplara yedeklenmek isteniyor. Hiç kimse Suriye Demokratik Güçleri içerisindeki Çerkes gruplardan bahsetmiyor. Şahsen bana kalsa ne radikal islamcı grupların içerisindeki Çerkes teröristlerden ne de Demokratik Suriye Güçlerindeki Çerkes savaşçılardan “Çerkes” olarak bahsetmek istemem. Radikal islamcılığı ilke edinip o bölgede insanlığın ırzına geçen örgütlerde fanatik terörist olmuş Çerkeslerin zaten uzaktan yakından Çerkesliği temsil ettiği söylenemez. “Çerkeslik insanlıktır” diye atasözü olan bir halkın içinden bir ferdin; insanlara ölümün bile en kanlısını ve onursuzunu uygulayan bir kişinin neden Çerkesleri temsil edemeyeceğini anlatmak bile acı verici fakat Demokratik Güçler içerisindeki Çerkesleri de konuşmak gerekir. İsteyen istediği kadar bölgedeki demokratik ilerlemenin Çerkeslere fayda sağlayacağını anlatsın ama o bölgede Çerkesliğin kazanabileceği hiçbir şey olmadığını çok açık. En fazla orada Çerkes bireylerin yaşamı refah edebilir ancak Çerkesliğin oradan refaha ulaşamayacağını da belirtmemiz gerekir. Kaldı ki, bugüne kadar bölgedeki halk faaliyetleriyle ilgili hiçbir çalışmada Çerkesliği ilgilendiren emareler, konuşmalar ve katılımlar da gerçekleşmedi.

Ve üstüne basa basa hatırlamak gerekir ki, o bölgede yaşayan Çerkesler, Çerkes olarak o bölgenin yerli halkı değildirler. O bölgeye Çerkes soykırımı ve sürgününden sonra, planlı ve programlı bir şekilde yerleştirilmişlerdir. Oradaki demokratik kazanımlar, onları insani anlamda mutlaka pozitif olarak etkileyecektir ve eğer onlar Çerkes kimlikleri adına bu demokratik kazanımlardan hak talep edebilirlerse, bugüne kadar yitirdikleri Çerkeslikleri kadar kazanım sağlayıp, Çerkes kültürü ve tarihi, Çerkes dili ve geleneklerini tekrar kazanıp Çerkeslik barındıran bir aidiyet hissiyle, kayboldukları yerden; ait oldukları yere doğru mücadele örgütlemeye başlayabilirler.

Suriye savaşından sonra Türkiye’ye gelen ve irtibat kurabildiğim, irtibat kurabilenlerden öğrenebildiğim kadarıyla Çerkeslik aidiyeti konusunda Suriyeli Çerkesler de, Türkiyeli Çerkeslerden farklı olmadıklarını anladığım  için söylüyorum; Demokrasi, İnsan hakları ve özgürlükleri, adalet mücadeleleri ayrı şeylerdir ve hepsi de güzel şeylerdir ama Çerkeslik mücadelesi apayrı bir şeydir. Demokrasinin, İnsan hakları ve özgürlüklerinin, adaletin Çerkeslere kazandırabileceği çok fazla şey vardır ancak bunu Çerkeslere kazandırmak için etrafında örülmüş bir Çerkeslik örgütlenmelidir. Bugün Suriye’deki savaşın etkisinde hayatı mahvolan Çerkesleri algılayamayan, bütün algı ve kapasiteleri resmi propaganda kanallarıyla oluşan Türkiyeli Çerkeslere bakınca da bu anlaşılabiliyor. Eğer biz Türkiye’deki demokrasi, adalet ve insan hakları mücadelemiz etrafına bir Çerkeslik örebilmiş olsaydık, Suriye’deki savaşı her yönüyle konuşurken, bunu oradaki Çerkeslerin mahvedilmiş hayatlarını içeren bir üslupla anlatabilirdik. Halbuki bugün Türkiye’de en demokrat Çerkes grupları dahi Suriye’deki savaşı Çerkes olarak anlatabilmekten çok uzak. Bir tarafta Çerkes milliyetçiliğini tartışmaya çevirenler varken, diğer tarafta savaşın ateşinde kavrulmuş Çerkes kardeşlerini yeteri kadar konuşamadıklarının hesabını veremiyor.

Her ne kadar Suriyeli Çerkeslerin Suriyenin yerli halkı olmadığının altını çizmiş olsam bile, orada yaşamaya halen mahkum oldukları gerçeği etrafında düşünmek zorunda olduğumun da farkındayım. Orada terleriyle-emekleriyle kazandıkları hayatın vekalet savaşlarıyla tarumar edilip, yıkıldığını da söylemek zorundayım. Suriye’den anavatanlarına gitmek isteyen Çerkesler için, RF Dışişleri sözcüsünün “yurttaşımız değiller” gerçeğiyle düşünmek zorundayım.

Siz de öyle düşünün, bir tarafta çocuk kafası kesmekten, alevi diye köy köy katletmekten, IŞİD’in eski müttefiği, akıttığı kan boğazına ulaşmış bir örgüt, Türkiye’nin söylemiyle “yerli halk” ÖSO..

Menbiç’i SDG’den kurtaracaklarını söylüyor.

Siz içinizde kalmış bütün Çerkesliğinizle, bugün Menbiç’li bir Çerkes olsaydınız; hangisiyle yaşamak sizin Çerkesliğinizi acıtmazdı?

Bir tarafta IŞİD’in eski ortağı, her tarafından sivil kanı damlayan, kendisine benzemeyenleri katlettiği, katliamlarıyla belgeli dediğim dedik bir örgüt.

Diğer tarafta Rojava Anayasasını ilke edinmiş, meclislerinde toplumun her kesimini temsil etmeye çalışan ve yönetime ortak eden hep birlikte yapalım diyen bir örgüt.

Bir tarafta kadınları kendi istediği gibi yaşamaya zorlayan, sözünü dinlemeyen kadınlara zulm etmeyi hak sayan eli sopalı bir örgüt.

Diğer tarafta elini kadınlardan çekmiş, istedikleri gibi olmalarına fırsat tanıyan bir örgüt.

Çerkeslerin Xabzesi de, Xase’si de bugün hala tamamen yok edilmiş şeyler değil ve xabzenin ışığında hangisinin Çerkesleri daha çok temsil eden değerler taşıdığını hepiniz benden daha iyi biliyorsunuz.

Yeter ki, Çerkes kalan yanınızla bakın bu savaşa.
Yeter ki, Çerkes gibi bakın.
“Çerkeslik insanlıktır” diyen tarihiniz, kalbinizde mutlaka bir ışık bırakmış olacaktır.

Ama asla unutmayın, nerede yaşıyor olursak olalım; demokratik kazanımları kaybettiğimiz gücümüzü ve birliğimizi toplamaya ve şu dünyada yerli halkı olduğumuz tek yere dönmeye yoralım.
Vesselam.

Çerkesliği bir de şöyle anlayabilir miyim?

Siyaset konuşmaktan bıktım usandım, beni bir nebze tanıyanlar siyasetin ruhuna aykırı biri olduğumu da bilirler zaten. Bana karabasan gibi çöküyor siyaset rüzgarları. Eski arkadaşlarım bazen hayretlerini dile getirip bana takılıyorlar “canberk’in evrimi” diye. Bende gülüyorum açıkçası. Gerçekten de siyaset benim için uygun bir şey değil. Bana çok zarar veriyor üstelik. Kendimi geçtim, siyasete zarar veriyor bir de. Yani iki yönlü bir zarar. 

Madem bu kadar dışında hissediyorum kendimi, niye diye soracak olursanız söylemiş olayım diye yazıyorum. Zorundayım diye. Defalarca alıntısını yaptığım Nazım ustanın Kerem gibi şiirindeki gibi bir duruma düştük açıkçası hem kişisel olarak, hem toplumsal olarak, hem ülkesel olarak, hem bölgesel olarak düştük bu duruma. Bende hem kişisel olarak, hem toplumsal olarak, hem ülkesel olarak, hem de bölgesel olarak bu zorunluluğu hissettim. Kişiliğimiz, toplumdaki varlığımız, ülkedeki konumumuz, bölgedeki varlığımız yani kısacası dört bir yanımız bir ablukaya alınmış. Bir karanlık çöküyor ve bu karanlıktan çıkmak için aydınlığa giden her yolu ateşe vermişler. Dünyadaki varlığımı sorguluyorum ya bir şiirim de “ben kaba bir etten/ bencil bir mideden/ lanet bir egodan m ibaretim?” diye… olmamak istiyorum, olmamak için çabalıyorum, olmaktan korkuyorum işte. Olmayacağım da. Olmamak için ne yapmak gerekiyorsa, onu yapmak istiyorum. Dört bir yanımıza, dört bir yandan saldıran bu karanlık,  aydınlığa çıkan her yola yakılmış bir ateş, midesinin kölesi olmak istemeyen bir Canberk, Nazım Usta ve Kerem gibi.. ” Ben yanmazsam/ sen yanmazsan/ biz yanmazsak/ Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?” Zorundayım ben, aslında hepimiz zorundayız. Fakat zorunda olduğumun farkındayım ben. Ne yazık ki hepimiz farkında değiliz. İşte sorduğunuz sorunun cevabı, üzerimdeki ateşin sebebi bu. Boşuna mı demişler “Cehalet mutluluktur” diye. Cahil olamamanın bedelini ödüyorum, ait olmadığım bir şeyin ateşini taşıyarak. Fakat aynı zamanda cahil olmamanın onurunu da yaşıyorum, bu bedeli sırtlanarak. 
Cevabımı da verdiğime göre, size gerçek bir hikaye anlatacağım Çerkeslerle ilgili. Tanıdığınız Reyhanlılar varsa çağırın, onların unutmadıklarıyla harmanlayıp bu anıyı kulağımıza bazı küpeler yapacağız ve sonra takıp dolaşacağız.
Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde doğdum büyüdüm. On yıllar sürmedi bu büyüme, ama Reyhanlı’nın Çerkeslerine özgünleşen bazı karakteristik özellikleri taşıdığımı da belirtmeliyim. Bunların en başında resmi nüfus kayıtlarındaki Çerkesçe soyadım geliyor. Bu durumu sakın küçümsemeyin, bu durum öyle ki her nereye gidersem gideyim bana Çerkes olduğumu hatırlama zorunluluğu doğuruyor. Çünkü insanlar hep soyadımı sorguluyorlar. Ne demek, niye böyle diye sora sora, her seferinde Çerkes olduğum gerçekliğini yaşamak zorunda kalıyorum. Çünkü verebileceğim tek yanıt, bana Çerkes olduğumu hatırlatıyor. Her sorulduğunda yaşıyorum bu durumu. Her yerde.. Okulda, işte, barda, sokakta, mahallede, internette, vezne de, karakolda, bir seferinde adliyede.. soyadın ne demek, soyadın niye Apiş, soyadının anlamı ne biliyor musun? gibi çeşit çeşit sorular. Bu küçümsenecek bir şey değil, insana gerçekten her seferinde, her çeşit ortamda Çerkes olduğunu hatırlatıyor. Çerkes olmak bazılarının sürekli yaşatmaya çalıştığı gibi aşırısı aşırı özel olmak gibi bir şey değil, ne olursan ol, kim olursan ol insansın ama, insan olduğu her şeyi seviyor işte. Belki Sosruko, Tlepş, Setenay, Peterez olmuyorum ama Çerkes olmayı seviyorum. Hatırladığım hiçbir yerde rahatsız olmuyorum dolayısıyla. Çerkes olmak, insan olmaktır der bizim atalarımız. İnsan olmayı da seviyorum. İnsan olmak, adil olmaktır ve ben adil olmayı da seviyorum. Çerkes olmak, canından önce gelen onurundur ve ben onurlu yaşamayı da seviyorum. Çerkes olmayı hatırlamaktan pişman olduğum hiçbir anı yok hafızamda. Reyhanlı’lı olmanın bir getirisi olarak, bana en ilginç anlarda bile Çerkes olmayı hatırlatacak bir değeri kattığı için memnunum. Beni Canberk olmanın, kişi olmanın, bencil olmanın belki milim ilerisine taşıyor. O milimin ilerisinde olmaktan da memnunum.
Biz 3 kardeşiz, annemiz ve babamız bize her şeyden önce insan olmayı aşıladılar. Sonra iyi bir insan olmamızı öğütlediler. 
Yemek yemek, elbise giymek bunlar önemli şeylerdi evet. Hiç aç bırakmadılar, hiç açıkta da bırakmadılar bizi. Fakat bu zaten her annenin ve babanın yapacağı şeyler. Her anne-baba çocuklarını doyurmak ve onları giydirmek için en iyisini yapmaya çalışırlar. Her biri ne kadar yapıyor olursa olsun, hepsi olanaklarının en iyisini yapıyor emin olun. 
Fakat insan olmayı aşılamak, iyi bir insan olmayı öğütlemek farklı şeyler. Hiçbir gözle görülür faydası olmadığı halde, çok fazla emek gerektiren şeyler. Hiçbir anne-baba çocuğunun kötü biri olmasını istemez, ama ne yazık ki her anne-baba çocuğunun iyi biri olması için çabalamıyor. Çabalamıyor ki şiddet vakası her geçen gün artıyor dünyada. İnsan şiddet, hayvana şiddet, bitkiye şiddet, doğaya şiddet.. Hayvana tecavüz, çocuğa tecavüz, kadına tecavüz, emeğe tecavüz, adalete tecavüz, ağaca, ormana… hayvan cinayeti, çocuk cinayeti, kadın cinayeti, emek cinayeti, doğa cinayeti diye gidiyor. Hangi anne-baba çocuğunun tecavüzcü ve katil olmasını ister? Hiçbiri istemez bence. Ama ne yazık ki hepsi bunun olmaması arzusunu kaderin cilvesine bırakır. İnsan olmak, iyi bir insan olmak biçimi; çiçeğin polenini salıp öteki çiçeğe ulaşmasının arzusu gibi bir hal alır. Çocuğun insan olması ihtimali, insan olması aşılandığında %51dir. İyi bir insan olma ihtimali de öğütlendiğinde, iyi bir insan olması %51’dir. Kendi başına insan olma ihtimali de, iyi bir insan olma ihtimali de %49’dur. Bu yüzde 2 ihtimal; savaşı, talanı, tecavüzü, hırsızlığı, cinayeti, işkenceyi ortaya çıkarmaktadır.
Bana insan olmayı aşılayan ve iyi bir insan olmayı öğütleyen anneme ve babama; insan olmanın verdiği her acıya rağmen ve iyi bir insan olmaya çalışmanın çektirdiği bütün zulüme inat minnet borçluyum. İnsan olmaktan ve iyi bir insan olmaya çalışmaktan memnunum. 
Annem ve babam bugün ise bizlere iyi bir insan olma yönündeki çabalarımızda en büyük yoldaş olmaktalar.
Babama hiçbir halktan, dinden, cinsiyetten nefret etmez. Bildiği hepsini de sever-sayar. Ancak Çerkeslik onun için çok özel bir durumdur. Çerkesçe duymak ve konuşmak için can atar. O’na verebileceğimiz en anlamlı hediye, daha önce dinlemediği Çerkesçe bir şarkıdır. İlk Çerkesçe bir film indirip babama izlettiğimde mutluluktan ağlamak üzere olduğunu görmüşlüğüm var. Hayatında izlediği ilk Çerkesçe filmdi. 60 küsür yaşındaydı benim babam Çerkesçe bir filmi ilk seyrettiğinde. Şimdi bunu Türkçe’den başka dil bilmeyen birine anlatmak zor olabilir, ama okuyacaklar arasında mutlaka olacağı için deneyeyim: Doğup 20 yaşına gelene kadar Türkçe konuştuğunuzu, 20 yaşından sonra İngiltereye gittiğinizi ve hayatınızın çoğunluğunda Türkçe konuşarak yaşamak zorunda olduğunuzu hayal edin. Rüyalarınızı Türkçe görüp, İngilizce anlatmak zorunda olduğunuzu, karşınızdaki insanların ingilizce söylediklerini, aklınızda Türkçeye tercüme edip, Türkçe düşünüp sonra İngilizce konuştuğunuzu hayal edin.Tam 40 yıl… Tam 40 yıl, her yerde ingilizce şarkılar çaldığını, gittiğiniz kafede, barda… tam 40 yıl izlediğiniz her filmin belgeselin İngilizce olduğunu hayal edin. 60 yaşında ilk defa Türkçe bir film seyrettiğinizi hayal edin. Babamla empati kurun. Kurunca babamın mutluluktan niye ağlamak üzere olduğunu anlayacaksınız.
 Reyhanlı’nın babama da verdiği karakteristik özellikler var. Çerkeslik benim babam için neyse, Reyhanlı da o. Biz değişmeye başlayan bir Reyhanlı’da doğduk büyüdük, oysa onlar Çerkesler için yeni gelişen bir Reyhanlı’nın içinde doğdular ve büyüdüler. Bizim değişen Reyhanlı’mızı pek beğenmezler. “Eskiden Reyhanlı…” diye başlayıp biten yüzlerce cümlesini duymuşluğum var. Bir noktadan sonra, her seferinde daha da eskiden bahsettiğini anlayabildim. 
Mesela “Eskiden Reyhanlı’da Yenişehir gölü cam gibiydi. Tertemizdi” diye başlayan cümle bir süre sonra “Eskiden Amik gölü bataklık olurken” diye eskiye gidiyor. Daha heyecan verici oluyor.
Eskiden Reyhanlı Ormanlık gibi olan meyve ağaçlarının şimdi çöl gibi bir yere dönüştüğünün hikayelerinden, kocaman amik gölünden, bataklığa, bataklığından, ovasına dönüştüğü hikayelerine kadar bir çok anlattığı hafızam da. Hele hele Sığırcık sürülerinin baharın gelişiyle neredeyse gökyüzü kapatacak çokluğuna, her sığırcık gördüğünde anlatır.
 
Şimdi bir konuya açıklık getireyim. Biz Reyhanlı’nın yerli halkı değiliz, taş çatlasın varlığımız 152 yıl eskidir ama o kadar bile eski değildir. Yani babamın bana anlatacağı Reyhanlının yaşanılan kendi tarihi o kadar. Bende en fazla o kadarını anlatabilirim. Ben en fazla Çerkesler olarak Reyhanlıyı anlatabilirim.
Halbuki Reyhanlı Çerkeslerden çok daha eskidir, yani burada anlatacağım konu Reyhanlıdaki Çerkeslik tarihiyle sınırlı kalıyor.
Babam diyor ki; eskiden buralar hep Çerkes’di. Buralar dediği yer Amik ovasının Yenişehir kısımlarındaki topraklar. Çerkeslerin hemen hepsinin çok toprağı varmış bir zamanlar. Tayfur Sökmen zamanında, Hatay Türkiye’ye katılmadan önce topraklar Türkmenlere çok büyük paylar olmak üzere Çerkeslere de paylaştırılmış. Yani eskiden Çerkesler toprak sahipleriymiş. Arapları da tarlalarında hisseyle çalıştırıyorlarmış. Babamın eskiden dediği üzere, o toprakların büyük kısmı artık Çerkeslerin değil, Arapların. Eskiden Türkmenlerin olan koca toprakların da büyük bölümü artık Arapların. 
Biz küçükken Çerkes çocukları arasında bir Arap düşmanlığı vardı… Şimdide orada kalan Çerkeslerin içinde olabilir bu düşmanlık.
Bu düşmanlık duygusunun temel nedeni, Arapların yine toprak sahibi olması değil. Çünkü Araplar orası zaten arapların vatanı. Eğer bu bir düşmanlık nedeniyse, Arapların Çerkeslerden nefret etmeleri lazım. Ama öyle değil işte.. 
Çerkeslerin düşmanlık duygusunun temel nedeni, bugün bir çok Çerkesin duymaya dayanamayacağı bir neden. Kabul edemeyeceği bir gerçek.
Babam, Çerkesler Reyhanlıya ilk geldiğinde ser sefillerdi diye başlayıp, Arapların Çerkeslere “hadi bir oynayın, biz de size bir avuç tahıl verelim” diye bildiklerini anlatıyor. Çerkeslerin Reyhanlı’daki sefaletini kendi eğlencelerine çeviren Arapların ekin artıklarını toplayarak veya daha benzeri sefalet örnekleriyle anlatıyor.
İşte düşmanlık duygusunun temel nedeni bu. Tam 101 yıl Çarlık ile bir fiil savaşan, savaşta nüfusunun büyük çoğunluğunu kaybeden, soykırım yaşayan, sürgün edilen.. sürgüne gittiği yere hiçbir mülkünü götürmesine dahi izin verilmeyen.. Yurtlarından olmuş, akrabalarının neredeyse tamamını kaybetmiş, hastalık ve açlıktan kırılmış, parasız, çaresiz, yaralı, oradan-buraya dağıtılmış ve gittiği yerlerde evsiz barksız, aç ve hasta olan bir toplumun tüm bu yoksulluğunun bir eğlenceye çevirilmiş olması. Perişan halde, henüz ölülerinin yasını bile tutamamış, aç ve çaresiz insanlara; mutlu günlerinde oynadıkları bir oyunu, en acı günlerinde açlıktan oynatmak..
İşte o günden sonra Reyhanlı’da Çerkesler, Türkiye’de Çerkesler için bilinen rivayetin aksine hayata sımsıkı tutunarak, diş ile tırnak ile bir varolma mücadelesine giriştiler. Reyhanlı’da çocukluğumun geçtiği ev, dedemin sırtında taşıyarak getirdiği toprakla doldurduğu bir bataklık parçasıydı mesela. Çerkesler diş ile tırnak ile çalışıp mal mülk sahibi oldukça, acı günlerinde açlık yüzünden dans etmenin düşmanlığına daha da bir sarıldılar. Babamın “Eskiden eskiden hep Çerkes’di” dediği o günlere ulaştılar. Sonra 1 avuç tahıl için, tarlalarında Arapları çalıştırmaya başladılar.
Güzel günleri herkes anlatıyor, ben bu kötü günleri de anlatmak istedim. Çünkü toplum hafızasında, Çerkeslerin geçirdiği kötü günler her geçen gün yok oluyor, sanki bu topraklardaki varlığımız hep mutlu günlerdi algısı yaratılıyor.
Çerkeslerin o sersefil günleri unutmamaları lazım, lazım ki; eğer bir tabak yemek yiyorsak, bir evde oturuyorsak; hiçbirisinin bahşedilen bir şey olmadığını öğrenmeleri lazım.
Çerkeslerin “o” Arap düşmanlıklarına gelecek olursak, benim açımdan kabul edilir gibi değil. Çünkü hiçbir şey, genel bir nefret algısının gerekçesi olamaz. Olmamalı da! Çoğu Reyhanlı’lı Çerkesin bilip sustuğu öyle iğrenç etkileri de var ki bu nefretin, kabul edilebilir gibi değil. Biliyorum bugün onları konuşmayı ayıp sayan taraf çoğunlukta ama, ben konuşmamayı ayıp sayıyorum o etkileri. Kendini sınıfsal olarak bir toplumun üzerine çıkaran Çerkeslerin Arap kadınlarına bakış açılarını ve kendi alt tabakalarına karşı tutumları. Çerkeslerin bunları da unutmaması, bunlarla da yüzleşebilmesi lazım. Kendi değerlerini dahi ayakları altına aldıran bu nefreti her boyutuyla çözümlemeden o lekelerden de kurtulmak imkansız.
Hiç kimse konuşmayınca, hiç yaşanmamış olmuyor çünkü.
Sonra şimdi…
Peki bugün?
152 yıl özlemek için çok uzun bir süre… ama unutmak için yeterli bir süre değil! Herkes unutmuş olamaz, unutmayanların unutanlardan daha çok olduğunu biliyorum. Peki niye susuyorsunuz!
152 yıl önce çektiğiniz acılar, yaşadığınız sefalet.. üzerinize kabus gibi çöken açlık ve hastalığı niye uzak tutuyorsunuz vicdanınızdan?
Vatanındaki ateşten, kendini Türkiye’ye atarak kurtulmak isterken; burada aç ve sefil kalan mültecilere karşı biz empati yapmayacağız da kim  yapacak? 
Kim anlayacak ölüsü günlerce sokakta yatırılmış annenin çocuklarını siz anlamayacaksınız da?
Kim katliamın ve işkencenin günlük bir hayata dönüştüğü şehirlerden akın akın dışarıya kaçan ve aç kalan, susuz kalan, acısıyla alay edilen insanları anlayacak?
152 yıl…
Özlemek için çok uzun bir süre!
Unutmak için yeterli değil…
unutmuş olamazsınız.

Çerkes halkı diye bir halk vardır.

28 Mayıs günü, Ankara’da Düşünceye Özgürlük Girişiminin organize ettiği Çerkeslerle ilgili bir panel vardı. Adı “Soykırımın 152nci yılında sürgündeki halk: Çerkesler.”

Paneldeki konuşmacılardan Erdoğan Boz’u bilmeyeniniz yoktur, Ahmet Cevat Benk’i de büyük ihtimalle işitmişsinizdir, Emrah Cilasun’u da gıyabında herkes tanır, Ethem Pşevu’nun yeğenlerinden. Yani diğer adıyla Çerkes Ethemin. Diğer konuşmacıları pek tanıdığımı söyleyemem. Ama Mahmut Konuk isimli konuşmacının konularından Çerkes Hasan Amca’nın mutlaka araştırılıp okunmasını tavsiye ederim. Zira, Türkiye’de Çerkes tarihi figürlerinden örnek alınan herkesten daha fazla örnek alınması, bahsedilmesi gereken herkesten daha fazla bahsedilmesi gereken birisi olduğunu düşünüyorum.

Panel de, Hakan Eken – Kafkas Halklarını, Ahmet Benk – Dönemin Politik İklimi ve Sürgünü, Selahattin Esmr – Milliyetçik ve Soykırımı, Emrah Cilasun – Ethem Bey’i, Mahmut Konuk Emir Marşan ve Hasan Amca’yı ve Erdoğan Boz – Soykırım ve Talepleri anlatmış konuşmacı olarak.

Ahmet Cevat Benk’in konuşması sırasında “Çerkes halkı diye bir halk yoktur” demesi ile, Hakan Eken’in Kafkas Halkları nedense Çerkes halklarına dönüştü demesini ise kendi konuma işleyeceğim.

Hakan Eken nedense diye soruyor, neden mi? Aynı panelde halbuki Ahmet Benk söylüyor nedenini. Çerkes halkı yoktur diyerek. Birincisi Kafkas Halkları diye bir şey vardır, fakat tıpkı Ortadoğu halkları gibi birşeydir bu, hiçbir zaman Çerkes halkları olabilmesi mümkün değildir, çünkü Çerkes halkları diye bir şey yoktur, Çerkes halkı vardır.

Kafkas Halkları içerisinde, Türk, Gürcü, Çeçen, Çerkes, Kürt, Ermeni, Oset, Abhaz, vs. Bütün Kafkas bölgesindeki halkları sayabiliriz. Bütün bunlara Kafkas Halkları denir.

Çerkes Halkları yoktur ama, böyle iddia edenlerin de iddaları içerisine Gürcü, Türk, Kürt, Ermeni dahil edilmezler.

Dar anlamda Çerkes, Abhaz, Ubıh
Geniş anlamda Çerkes, (Abzekh, Kabardey, Şapsığ adlarıyla) Abhaz, (Apsuva, Abaza adlarıyla) Oset, Çeçen, İnguş, Kumuk, Nogay, Karaçay vs. dahil edilir.

Birincisi şu ki;

Kafkas Halkları da genellikle böyle ifade edilir. Belirleyici özellik toplumun islam tabanıyla hatalı bir şekilde alakalandırılır.

Hem Kafkas Halklarında, hem Çerkes halklarında böyledir.

Yani şimdi ben buraya yazdığım için siz inkar etseniz bile, hem Kafkas halkları diye zurna çalanların, hem Çerkes halkları diye zurna çalanların kendi tanımlarına dahil ettikleri belirleyici özelliğin bu olduğunu başkaları anlayabilmelidir.

Yani uzaktan bakılınca görülebildiği  halde, yakınlaşmak isteyenlerin göreceği en büyük konu, Kafkas Halkları argümanının borazanını en çok öttürenlerin belirlediği “Kafkas olma Kriterleri”  bilgisayar tanımıyla copy-paste edilerek ortaya çıkarılan Çerkes Halkları argümanına taşınmıştır.

Hakan Eken’i tenzih ederim, belki o “Kafkas Halkları” deyimini, deyimin kökenine uygun biçimde kullanıyor olabilir. Ancak “Kafkas Halkları” deyiminin borazanını öttürenlerin hepsi kendi Kafkas Halklarını oluşturuyorlar.

Hakan Eken’in Nedense? sorusuna cevap verebilecek bir kaç yazımı buradan (https://apiscanberk.blogspot.com.tr/search?q=makron&x=0&y=0) okuyabilirsiniz.

İkincisi şu ki;

Bir kişinin, Çerkes halkı diye bir halk yoktur diyerek, Çerkes halkı adıyla yapılan bir panele farklı bir konuyla katılıp, orada tekrar Çerkes halkı diye bir halk yoktur demesi kadar abeste iştigal edecek bir durum olamaz. Hele aynı kişinin, Çerkes yazı dilinin latin ucubesiyle oluşturulması gibi akla ve mantığa hizmet etmeyen bir girişimin içinde olması ise, Çerkes halkı yoktur diyen birinin, bu söylediği sözün üzerine dikeceği tüy olduğu anlaşıldığında iyice irdelenmesi gereken bir konu olduğu düşünülür.

Biz Çerkes halkı yoktur diyen birinin kendi beyanı üzerinden yola çıkarak onu Çerkes saymama inisiyatifimizi şöyle bir kenara koyalım da, ondan sonra devam edelim.

Çerkes halkı kendisine elbette Adığe der, tıpkı Osetlerin Alan, Çeçenlerin Noxçi, Abhazların Apsuva,  demesi gibi. Tıpkı bugün uluslararası dillerde farklı adları olsa da, kendilerine farklı hitap eden diğer halklar gibi.

Yani çıkıp, Çerkes halkı diye bir halk yoktur, Adığe halkı vardır demek;

Köpek için (Türkçe), Dog (İngilizce), Sobaka (Rusça), Kelb (Arapça), Gôu (Çince), Pas (Boşnakça) yoktur. Hav vardır demek gibi

Kartal için  Eagle, Orel, Nusar, Orao, Laoying yoktur; viiiyk vardır demek gibi

Anlamsız, boş, amaçsız, zeytinyağı felsefesiyle üretilen bir şeyi ima etmektir.

Çerkes halkı vardır. Çerkes halkının da, kendisiyle ilgili panellerde inkar edilmeye tahammülü yoktur. Bu anlamda herkes haddini bilecek, kişisel ihtiraslarını bir halkın gerçeği gibi sunmaktan vazgeçmelidir.

Değilse bile, gerçekten halkı için çabalayan insanlar; kendi ihritaslarını halkının üstünde gören insanların “Çerkes halkı yoktur” zihnihyetinin verdiği söylemiyle, o kişileri kendi halkının bir parçası olarak görmeme inisiyatiflerini kullanmaktan asla çekinmemelidirler.

**Genel Ekleme:

Çerkes halkı diye bir halk yoktur demek, aynı zamanda Abhaz halkı diye bir halk yoktur demenin, aynı zamanda Oset halkı diye bir halk yoktur demenin, aynı zamanda Çeçen halkı diye bir halk yoktur demenin, aynı zamanda İnguş halkı diye bir halk yoktur demenin vs. de en kısa ve en kestirme yoludur. Bu da öyle bilinsin. Yani bana karşı uzun süre yapılan ve hiçbir anlam ifade etmeyen propagandaların, benim milliyetçilik yaptığım iddiasının da böyle düşünülmesi gerekmelidir. Çünkü Çerkes halkı diye bir halk yoktur demek, yukarıda saydıklarımın en dar ifadesidir.

Bu ifade en anlaşılabilir haliyle şöyledir: Çerkes halkı diye bir halk yoktur, Apsuvalar, Abazalar, Adigeler, İronlar, Digoronlar ve daha bir çoğu hepsi Çerkes halklarıdır demektir.