Sosyal Medya Çerkesler içinde bir fırsat olabilir

Kuşkusuz ki büyüklerimiz gençlerin internette geçirdikleri zamandan zaman zaman şikayetçi olabiliyorlar. Geçtiğimiz aylarda babam torununun daha bu kadar küçük yaşta internette etkin olmasına duyduğu üzüntüyü kendi çocukluğundan kalan anılarıyla anlatıyordu. Ancak babama açıkçası çok da fırsat vermeden, artık herşeyin değiştiğini ve bu artık geri dönülmeyecek kadar içselleştiğini anlatmak zorunda kaldım. Dünyada hepimizin bir yerel bir de global kültürleri oldu, babam ve akranları global kültürü nasıl radyo ve televizyonda yaşattılar ise torunları da internet ve sosyal medya da yaşayacaklar. Açıkçası ben kendimi ve akranlarımı tam bu iki global kültürün geçişine koyuyorum, televizyonla büyüyenler ve fakat intereneti de öğrenenler kısmına.

İnternetin zararları anlatmakla bitmez, ancak sadece zararlarını anlatırsak pesimist gibi boş tarafa bakıyor olmaz mıyız? Çünkü aynı zamanda internetin yararları da anlatmakla bitmez. Mesele; interneti hangi yönde kullanacağımıza kalıyor.

İnternet yalnızca film-dizi izlediğiniz, oyun oynadığınız, alışveriş yaptığınız bir yer değil. Hatta hiçbiri değil! İnternet bir taşıyıcı, sunan ile alan arasındaki o bağlantı. Biz sürekli alan gibi; ne sunuluyorsa onu almaya çalışmak zorunda da değiliz.. belki bizim de sunacak bir şeylerimiz olabilir?

Çok düşündüm, bu kadar düşünmüşken de 2 satır yazarak daha önce düşünmeyene düşündürmek, düşünene cesaret vermek, bir şeye ortak olmak istedim.

Derneklerde sosyal medya komisyonları kurulur ve bu komisyonlar gençlere interneti nasıl faydalı kullanabiliriz diye kurslar verebilir.

Mesela geçtiğimiz gün “Çerkeslere Sorduk” isminde bir anket çalışmam olmuştu, en çok kullandığınız sosyal medya aracı sorusuna neredeyse %90lık kesim Facebook demişti..

Kursumuz da “Facebook nasıl bir fırsata çevirilebilir?” düşünülebilir. Düşünüldüğünde çok fazla şey de ortaya çıkacaktır. Zaten genel yapısı itibariyle hem bireyler, hem dernekler hem de örgütler facebook’tan nasipleniyorlar. Duyurularını, bildirilerini, fotoğraflarını, videolarını paylaşıyorlar.

Ancak bu facebook’un engin deryasında çok sığ bir faydalanma biçimi.. daha fazla, hatta çok daha fazla bir şekilde faydalanmak mümkün. Bunu olabilir kılmak için tek yapılması gereken şey; bunun üzerine kurulmuş küçük bir topluluk ve bu topluluk için bir fikir.

O zaman size küçük bir fikir; şuan Çerkes toplumunda unutulmaya yüz tutmuş bazı şeyleri neden kısa filmler haline çevirmeyelim?

Ne mi lazım? Anadil kursuna katılan bir kaç gönüllü kursiyer, kameralı telefon, temel bilgisayar bilgisine sahip bir kaç kişi, bir de unutulmaya yüz tutan o şeyle ilgili hikaye yazabilecek bir hayalperest…  Hepsi var..

O zaman bir küçük fikir daha…

Anadil kursu öğretmeni neden bir filmin diyaloglarını Çerkesceye çevirerek kurs vermesin ki öğrencilerine? Neden yıl sonunda bu filmi Çerkesce altyazı ile izlemeyelim ki?

Belki bir sonraki sene Çerkesce dublaja bile geçebiliriz…

İçinizde çok yetenekli insanlar var, bu yeteneklerini her yerde paylaşıyorlar. Bir tek derneklerimize geldiğinizde bu alan olmadığı için haluj yeyip şeşen oynursunuz. Gençler; yetenekleriniz Çerkesleri 21nci yüzyıla adapte edebilir ve unutulmaya yüz tutan şeylere bir güneş gibi doğabilir!

Derneklere koşun ve yetenekleriniz ile Çerkesliğe hizmet etmek için yönetim kuruluna baskı yapın! Eminim ki bir çok yönetim kurulu bu fikriniz için size teşekkür bile edecek..

Abhazya Temsilcisinin Sınırdışı Edilmesi üzerine

Geçtiğimiz gün Abhazya Cumhuriyeti Türkiye Temsilcisinin Türkiye’den sınırdışı edildiğini öğrendim. Hemen herkes gibi benim de ilk başta aklıma “Gürcistan baskısı” geldi doğal olarak. Gürcistan baskısı Türkiye’de neler yaptırmadı ki? Abhaz Çocukları sınırdan içeri sokturmadı mı? Kadıköy’de seçim engelletmeye çalışılmadı mı? ve bunlar daha o kadar sıcak[taze-yeni] şeyler ki ve belki artık soğuyan o kadar çok şeyi unuttuk ki; bilinçaltımız Abhazya’ya yönelik herşeyi otomatik Gürcistan’a bağlıyor. Ama geçtiğimiz saatlerde kaynağını tespit edemediğim bir yerlerden temsilcinin FETÖ terör örgütünün okullarında okuduğu için sınırdışı edildiğini dolaşıma sokunca, ilk başta aklıma gelen “Gürcistan baskısı” biraz buğulanmadı değil. Düşünmeye başladım. Çünkü Türkiye’de bırakın FETÖ’cü olmayı, FETÖ’nün bu ülkede iktidar ortağıyken en büyük düşmanı olan aydınlar bugün ünvanlarından, görevlerinden ihraç ediliyor, özlük hakları ellerinden alınıyor ve hatta tutuklanıyorlar bile.

Çünkü artık açıklanmak istenmeyen herşeyin sebebi “FETÖ”.

Nasıl olsa Türkiye’de bu terim iktidar için epey prim yapan bir araç.

Çünkü FETÖ var diye Yenikapı’da bir araya gelen baskıcılar topluluğu, yeter derece de uzlaşarak Anayasayı değiştirmek için de FETÖ var diye bir araya gelebildiler. Ne var yani? diyorsanız söyleyeyim: çünkü bugün iktidarı tek zihniyette iki koalisyon gücü temsil ediyor. Henüz birkaç yıl önceye kadar bu iki kuvvet ellerinden gelse birbirini bir kaşık suda boğmak istiyordu. FETÖ olmasaydı; birbirini bir kaşık suda boğmak isteyen bu iki kuvvet nasıl bir araya gelip Anayasa değiştirecek çoğunluğa gelebilirdi? Neyse..! Abhazlar böyle şeyleri konuşmayı da, okumayı da, düşünmeyi de pek sevmezler genelde. Konumuz da Türkiye iç siyaseti değil. Konumuza dönelim!

Türkiye yasal yollarla Türkiye’de bulunan birini sınırdışı ederken mutlaka bazı gerekçelere dayandıracaktır, belki şaşırılabilir ama Türkiye dış dünyaya yönelik hala hukuk ile temas kuran bir devlettir çünkü.

Yani Abhazya Temsilcisi FETÖ okulunda okumuşta olsa, Gürcistan yönetimi Abhazya Temsilcisinin Türkiye’de olmasını istemiyor da olsa Türkiye çıkıp bu kişi “FETÖ okulunda okudu”  veya bu kişiyi “Gürcistan istemiyor” diyerek sınırdışı edemez.  İlk başta Türkiye’deki Abhaz toplumunu temsil eden STK’ların Abhaz halkını Türkiye hangi gerekçelere dayanarak sayın temsilciyi sınırdışı etti diye bilgi vermeleri gerekir.

Ancak AbhazFed yarım sayfalık kamuoyu bilgilendirmesinde uzun uzun yazmış ama bu konuyla ilgili en ufak bir bilgilendirme yapmamıştır. “Gürcistan baskısından bağımsız olmadığı” tahminden ötesi dışında yazılamamıştır bile. Bu da benim için bu konunun Gürcistan baskısından bağımsız olabileceği anlamına geliyor. Abhaz Fed’in bunu bilgi olarak değil de tahmin olarak yazması ya kendilerinin bu konuda bilgi alamaması ya da alınmış bilgiyi belki yarım sayfalık açıklamalarında satır aralarına sinmiş bazı sebeplerden dolayı “yazamaması” olabileceği düşüncesi uyandırıyor.

Şimdi gelelim arka mahallede neler konuşulduğuna!

Rusya Federasyonu bir kaç gün önce PYD’yi terörist olarak tanımadıklarını açıklamıştı. Bu açıklama Türkiye ile Rusya arasında çıkan “Uçak Krizi” sorununun çözülmeye başlanmasından sonra Rusya’nın Türkiye’yi kızdıracak en büyük açıklaması oldu diyebilirim. Bu konuyu uluslararası ajansları sorgulayarak öğrenebilirsiniz. Rusya’nın PYD’yi terör örgütü olarak tanımadığı açıklamasına kadar Türkiye ile Rusya arasından su sızmıyordu son günlerde. Türkiye’deki tüm Çerkes, Abhaz, Çeçen yani Kafkasya kökenli toplumlar bilir, Türkiye kendisine sığınmış Çeçen mültecileri Rusya’ya teslim etmeye bile başlamıştı. Daha  öncesinde Türkiye BM’e, ABD’ye ve AB’ye PYD konusunda atar yaparken sürekli “Şangay Beşlisi”ni ortaya sürmekten de çekinmiyordu. Türkiye’nin Suriye’de en büyük düşman gördüğü ve asla uzlaşmak istemediği, devrilsin diye MİT yardımcılığıyla Suriye’ye tır tır silah gönderdiği Esad konusuna bile olumlu bakmaya başlamıştı.

Son 3 gün içinde ne oldu?

Rusya Federasyonu, Suriye’de Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) terör örgütüne karşı sahada en etkili mücadeleyi yürüten PYD’yi terör örgütü olarak tanımadığını açıkladı.

Türkiye ile ABD en üst düzeyde iletişim kurdular ve ABD bir telefonluk sürede CIA Başkanını Türkiye’ye gönderdiğini açıkladı. CIA Başkanı bugün ve önümüzdeki günlerde Türkiye’de iktidar ve ortaklarıyla görüşecek.

Türkiye Abhazya’nın Türkiye Temsilcisini sınırdışı etti

ve son aldığım bilgilere göre Türkiye Rusya’ya iade etmeyi taahhüt ettiği 12 Çeçen’den sadece 1ini iade etmişti. Geri kalanını iade etmeyeceği söylenmeye başlandı.

Peki son 1 hafta içinde ne oldu?

Rusya Federasyonu yetkilileri Suriye’de rejim güçleri ile Kürt güçleri arasında uzun bir zamandan bu yana diyalog çabaları kuruyorlardı.

Açıkçası Suriye Rejim güçlerinin Rusya’ya direnmesi zaten mümkün değil zira Rusya olmasaydı rejimin bu vekalet savaşlarında çoktan çökeceği artık herkesin bildiği bir şey.  PYD ise ABD öncülüğündeki koalisyon ile ortak davranıyordu. Hatta bu davranış Türkiye’yi rahatsız ediyor ve Türkie ile ABD’nin de arasını açıyordu. Bunları çok iyi hatırlayacaksınız. PYD her ne kadar ABD öncülüğündeki koalisyon ile ortak davranış sergilese de Rusya ile de uzak durmuyordu, PYD’nin artık Suriye’de yerli bir oyun kurucu olduğu gerçek ve tüm batılı güçler de, Rusya’da bunu kabul ediyor.

Türkiye ise Uçak kriziyle aralarının açıldığı ve devlet büyüklerinin “emri ben verdim” “bir daha olsa yine yaparız” gibi açıklamalar yapmaktan geri durmadığı Rusya ile ABD ve AB’nin PYD tutumu yüzünden kriz sırasında tüm söylediklerini yutarak bir araya gelmişti. Batıya “benim size ihtiyacım yok, benim alternatif Şangay Birliğim var” bile demişti. İşte şimdi arka mahallede Türkiye’nin Rusya ile PYD yüzünden yeni bir kriz dönemine girdiğini fısıldayanlar var.

Fısıltılar öyle laf olsun diye söylenmiş şeyler değil. AbhazFed’in “gürcistan’dan bağımsız olduğuna inanmıyoruz” görüşünden daha somut dayanakları olan şeyler.

Velev ki öyle. Velev ki Türkiye ile Rusya tekrar bir krize girdi diyelim. Olmuş, olabilecek şeyler bunlar. Devletler çıkarları için vardır, dün çıkarları örtüşürken el tutuşur, bugün çıkarları çakışırken kavga ederler. İşte Çerkeslerin de Abhazların da anlamadığı şey bu: Devlet zaten bir çıkar mekanizmasıdır. Devlet vatan değildir, vatan coğrafyadır. Devlet coğrafya üstünde kurulmuş büyük bir çıkar kurumudur.

Hemen kafanızı karıştırmayın!

Bunların devletler için olağan şeyler olduğunu hatırlayın. Devletler arasında bir zamanların en büyük düşmanları, şimdinin en büyük dostluklarını kuruyorlar. Bugünün en büyük düşmanları da yarının en büyük dostluklarını kurabilirler ve kuracaklardır da.

Burada önemli olan şey; yaşanılan bu şeylerin sizin çıkarlarınıza nasıl etki bıraktığıdır.

Türkiye ile Rusya’nın her krizinde en çok etkilenen halklar Abhazlar ve Çerkeslerdir.

Çerkeslerin yurdu Rusya Federasyonunun içinde, Abhazların yurdu ise yanıbaşında kendini yutmak için an kollayan ve dünyanın Rusya hariç her tarafından destek alan Gürcistan’ın kenarındadır. Yani coğrafyamız Rusya’ya, nüfusumuz Türkiye’ye dahildir.

Türkiye ile Rusya arasında başlayan uçak krizi esnasında Abhazlara yönelik “Abhazar “daha” iyisini bilir ama” başlığıyla bir yazı kaleme almıştım.

O zaman da aşağıdaki ifadeleri kullanmıştım:

Görünen Köy neresidir?

Eğer bende, Türkiye’de cümle alemin ısrarla sözünü ettikleri “Kafkas Diasporası”nı biraz tanıyorsam, nicelik Türkiye öncelikli, nitelik Abhazya öncelikli bir serüvenin peşine düşecek. Niceliğin bugüne kadar yapmadığı gibi yine, muhasebe yapacağını sanmıyorum ama niteliğin bunu örgütleyecek bir tartışması tetiklemesi, onlarca yıldır olduğu gibi yine “an meselesi” Türkiye’de tarihinden, yurdundan çoktandır vazgeçmiş, ulusal aidiyet hissi bulunmayan, kendini Abhazlığa folklorik düzeyde yakın, siyasal düzeyde uzak hisseden Abhazların ezici çoğunluğunu, görünen köy neresi sorumuzun yürüyeceği sonuca varımın bir yolu varsayabiliriz. Umarım ki, yanılırım. Çünkü eğer yanılırsam, “Düşlenen köy neresidir?” sorumuzun yürüyeceği souna varımın bir yolunu tartışmak hem kolay hemde anlamlı olur..

Düşlenen Köy Neresidir?

Düşlenen köy; Abhaz diasporasının bu krizde iki tarafından da bir maşası olmayı reddetmesidir. İki tarafında kendisini zorladığı sonucu ancak Abhaz diasporasının yardımlarıyla Abhazya hükümeti bir fırsata çevirebilir. Türkiye yıllardır Abhazya’nın bağımsızlığını tanımadığı gibi, Abhazya’nın iradesini tanımayan faşist Gürcü yönetimlerini, Abhazya’yı kurşunlayabilsin, bombalayabilsin diye askeri hibelere boğdu. Yetmedi, Abhazya’daki seçimlere yönelik Türkiye’de kurulan bir sandığı engellemek için yaptıkları henüz ortada, unutulacak gibi değil. Türkiye Abhaz Diasporası; işte iki tarafında ilgisine girdiği böyle bir günde, Türkiye’nin Abhazya’yı tanıması ve Gürcü yönetiminin faşist uygulamalarına desteğini kesmesi için bir siyaset üretebilir, bunun üzerine bir politika yürütebilir. Zaten mevcut durumda; Abhazya hükümetinin Rusya taleplerini gerçekleştirmekten başka çaresi olmadığını da anlamak gerekiyor. Bir tarafta, kendisini nato destekli gürcistan işgalinden korumak için her türlü desteği veren bir Rusya, diğer tarafta ise kendisi işgal edilsin diye gürcistan’ı askeri hibelere boğan bir Türkiye. Abhazya’nın, Abhaz diasporası olmadan yapabilecekleri yeterince açık değil mi?

Şimdi ise tekrar söylüyorum, devletin (Türkiye’nin, Rusya’nın, Abhazya’nın) politikaları değişebilir, bugün iyiyken, yarın kötü olabilir.. bugün kötüyken de yarın iyi olabilir. Önemli olan Abhazların yurdu ile bağıdır, yurduyla aralarında geliştirdikleri karşılıklı bağlar olmalıdır. Devletin politikasını “vatan” kavramına sığdırıp Türkiye’de doğmuş büyümüş Abhazları konsolide etmekte veya Abhazya aiditenini yüreğinde hisseden Abhazların bu duygusunu manipüle ederek konsolide etmekte yararsız. Kamuoyunun önüne bir STK’nın, coğrafyasında yaşamayan bir halkı temsil eden bir STK’nın böyle manipülatif yaklaşım sergilemesi de çok yararsız.

Abhazlar şapkayı çıkaracak ve düşünecekler: Türkiye ile Rusya arasında gerçekleşen her sürtüşme niye hep bize zarar veriyor diye.

Karar verecekler!

Ya kaderleri Türkiye ile Rusya’nın akıbetine bağlı sürecek ya da alternatif bir kader için çalışacaklar!

Bugün her ne kadar birileri “ne şiş yansın, ne kebap” mantığıyla çarşaf çarşaf yazıp hiçbir şey anlatamasa da görecekler ki bu zihniyet yarın hem şişi hem kebabı yakacak.

Çerkeslere Sorduk isimli anket Genel Özet Raporu – A



GENEL ÖZET RAPORU – A (GÖR-A)


Geçtiğimiz günlerde yayınladığım ve 900 deneğin katıldığı anketin genel özet raporu aşağıdaki gibidir. Anket verilerini istediğini belirterek e-posta adresini giren ve daha sonra e-posta adresini teyit eden kişilere veriler gönderilmiştir.


“Çerkeslere sorduk” isminde yapılan anketimize 14-65+ yaş aralığında  900 denek katıldı.
Katılım gösteren deneklerimizin hepsinin özet tablosu aşağıdaki gibidir.


KADIN
ERKEK
%38
%62
YAŞ ARALIKLARI
14-18
18-25
25-40
40-65
ANADİL SEVİYESİ
BİLMİYOR
KONUŞUYOR
BİLİYOR
İYİ BİLİYOR
%53
%25
%13
%9
İLK 3 DOĞUM İL
KAYSERİ
İSTANBUL
TOKAT
DİĞER İLLER
%16
%10
%7
%67
DOĞUM YERİ
İL
İLÇE
ÇERKES KÖYÜ
KÖY-BELDE
%45
%19
%27
%9
DOĞDUĞU YERDE YAŞIYOR
BAŞKA YERDE YAŞIYOR
%56
%44
EVLİ
BEKAR
%42
%58



Evli olduğunu ifade eden deneklerimizin genel verileri:



EŞİM ÇERKES
EŞİM ÇERKES DEĞİL
%52
%48
ÇOCUĞUM VAR
ÇOCUĞUM YOK
%34
%66
ÇOCUĞUM ANADİL BİLİYOR
ÇOCUĞUM ANADİL BİLMİYOR
%10
%90

KADIN GÖR-A K (1)



Aşağıdaki tabloda deneklerimizin %38ini Toplamın %’si olarak yaşlarına göre kendi gruplarında 14-18, 18-25, 25-40 ve 40-65+ yaş gruplarına bölünerek bölündükleri yaş gruplarındaki medeni hallerini ve  ana dil seviyeleri belirlenerek sizlere sunulmuştur.



YAŞ GRUBU
14-18
18-25
25-40
40-65+
TOPLAMIN %’Si
%8
%42
%35
%15
EVLİ
%0
%15
%45
%80
BEKAR
%100
%85
%55
%20
ANA DİL BİLMİYOR
%74
%82
%83
%60
ANA DİL KONUŞUYOR
%17
%8
%10
%22
ANA DİL BİLİYOR
%5
%2
%3
%14
ANA DİL İYİ BİLİYOR
%4
%8
%4
%4
(Not: Medeni hali evli olan en küçük kadın yaşı: 21 olarak belirlenmiştir.)
Evli grubun %63’ü eşinin Çerkes olduğunu belirtiyor. Bu grubun %80i çocuk sahibi ancak çocukların yalnızca %14’ü Ana dilini biliyor. Eşi Çerkes olmayan %27’lik kesimin %64ü çocuk sahibi ancak çocukların hiçbirisi Ana dil bilmiyor.



KADIN GÖR-A K (1) : İLK 3 EN ÇOK DOĞUM YERİ:



KAYSERİ
İSTANBUL
K.MARAŞ
DİĞERLERİ
%14
%12
%6
%68



Anketimize katılan Kadın deneklerin tamamı Türkiye’nin sadece 26 ilinde doğdu.



DOĞDUĞU YERDE YAŞIYOR MU
EVET
HAYIR
%43
%57



DOĞDUĞU YERDE YAŞAMAYANLARIN 3 EN ÇOK YAŞADIKLARI 3 YER:
İSTANBUL
ANKARA
KAYSERİ
DİĞERLERİ
%42
%17
%13
%28



Anketimize katılan Kadın deneklerin tamamı Türkiye’nin sadece 33 ilinde yaşıyor
ERKEK GÖR-A K (1)



Aşağıdaki tabloda deneklerimizin %38ini Toplamın %’si olarak yaşlarına göre kendi gruplarında 14-18, 18-25, 25-40 ve 40-65+ yaş gruplarına bölünerek bölündükleri yaş gruplarındaki medeni hallerini ve  ana dil seviyeleri belirlenerek sizlere sunulmuştur.



YAŞ GRUBU
14-18
18-25
25-40
40-65+
TOPLAMIN %’Si
%7
%28
%34
%31
EVLİ
%0
%3
%49
%87
BEKAR
%100
%97
%51
%13
ANA DİL BİLMİYOR
%78
%80
%74
%51
ANA DİL KONUŞUYOR
%14
%9
%15
%19
ANA DİL BİLİYOR
%4
%3
%6
%16
ANA DİL İYİ BİLİYOR
%4
%8
%5
%14
(Not: Medeni hali evli olan en küçük erkek yaşı: 18 olarak belirlenmiştir.)
Evli grubun %65i eşinin Çerkes olduğunu belirtiyor. Bu grubun %78i çocuk sahibi ancak çocukların yalnızca %14 Ana dilini biliyor. Eşi Çerkes olmayan %35lik kesimin %78 çocuk sahibi ve çocukların %2si Ana dili (Çerkesce) biliyor.



ERKEK GÖR-A K (1) : İLK 3 EN ÇOK DOĞUM YERİ:



Kayseri
İstanbul
Tokat
Diğerleri
%16
%9
%7
%68



Anketimize katılan Erkek deneklerin tamamı Türkiye’nin sadece 46 ilinde doğdu.



DOĞDUĞU YERDE YAŞIYOR MU
EVET
HAYIR
%44
%56



DOĞDUĞU YERDE YAŞAMAYANLARIN 3 EN ÇOK YAŞADIKLARI 3 YER:
İstanbul
Ankara
İzmir
Diğerleri
%16
%8
%3
%73

Anketimize katılan  Erkek deneklerin tamamı Türkiye’nin sadece 53 ilinde yaşıyor

Her şeyin Hayır'lısı

2015 Seçimlerinden sonra milliyetçi koalisyon kolları sıvamış siyasette bir dikta mühendisliği ile ülkeyi tek-tipleştirmeye başlamıştı.

15 Temmuz askeri darbe girişimi bu dikta mühendisliğinin mimarları için tanrının bir lütfu gibi oldu, işte bu yüzden bazı sosyal demokrat, sosyalist, ulusalcı, atatürkçü bazı kesimler bu darbe girişiminin iktidarın kurguladığı bir tiyatro olduğu konusunda ısrarcı oldular ve bugün dahi onlar için tam anlamıyla böyle düşünülüyor.

Böyle düşünmekte haksız olmadıkları bence kesin, fakat ben Darbe Girişimini iktidar tasarladı ve uyguladı diyecek kadar bilgi ve belgeye sahip olmadığım için, ikinci yoldan bir fikir üreterek; iktidarın bu darbe girişimini tasarlamadığını varsayarak, kontrolünü eline geçirdikten sonra dikta mühendisliğinin mimarları tarafından istenilen amaç için uygun bir araca dönüştürüldüğünü düşündüm ve ilgili yazılarımda bu fikir yüzeyinde kalmaya gayret ettim.

Şimdi arkama yaslanıp; 15 Temmuz darbe girişimini iktidarın tasarladığını düşünenlerin bu kanıya nasıl vardıklarını düşündüğümde de veya bu darbe girişiminin kontrol altına alınarak bir amaç için araçsallaştırıldığını neden düşündüğümü de tekrar düşündüğümde; haklı sebepler buluyorum. Sonra kendimi bana düşmanlaşan iktidar tabanındaki insanların yerine koyuyorum, tekrar düşünüyorum ve yine haklı sebepler buluyorum. Sonra kendimi iki tarafında dışına çıkarıp tekrar düşünüyorum ve yine haklı sebepler buluyorum.

Önemli olan bizim haklı ya da haksız olmamız değil, ikisi de mümkün çünkü. Önemli olan gerçeğin ne olduğu? Bu ülkede gerçekler ne yazık ki ezelden beri sır gibi korunuyor, ama bir gün mutlaka ortaya çıkıyor.

Düşünüyorum…

Şişli’de katili ayağına getirilen ve kolluk nezaretinde resmen katlettirilen Hrant Dink, Hrant Dink cinayeti sonrası emniyette başlatılan tasfiye süreci geliyor aklıma. Bu tasfiyelerden sonra önemli noktalar da göreve başlayan emniyet yetkilileri, sonradan kumpas denecek bir takım operasyonlardan sonra TSK yapısını bozarak orada da bir tasfiye oluşturmuş ve TSK’daki önemli noktalara da birileri gelmişti.

Hiç bilmeyen ve araştırmayanlar için özet geçmek gerekirse, 15 Temmuz Darbe Girişimini başlatan kadroların işte bu süreçte görevlerine geldiği biliniyor.

Hrant Dink siyasi bir cinayete kurban edilirken, Hrant Dink cinayeti sonrası Emniyet dizayn edilirken, dizayn edilmiş emniyet ordunun (tabiri caizse) içini boşaltırken, içi boşalmış ordu dizayn edilirken, dizayn edilmiş ordu darbe tasarlarken iktidar hiç değişmemişti.

Bütün bunlarla ilgili sorulmuş binlerce soru var, verilmiş hiçbir cevap yok. Herşey olurken iktidar olanın yetkilileri, son anda “kandırıldık” demekle yetinmeyi seçiyor.

İlgili tarihlerde de, öncesinde de; Fetullahçı Terör Örgütü konusunda herkesi uyaran her kesimden insanlar oldu. Bu kişiler 15 Temmuzdan önce baskılanırken, cezaevlerine atılırken, televizyonlar da, meydanlarda yuhalatılırken.. 15 Temmuzdan sonra sanki hiç varolmamışlar gibi davranıldı.

Hepimiz adaletin bir gün tecelli edeceğine inanan insanlarız, kimimiz adaletin bu dünya da tecelli edeceğine inanarak herşeye rağmen mücadele verirken, kimimiz adaletin bu dünya da olmasa bile öteki dünya da tecelli edeceğine inanarak mücadele veriyor; görüş birliğimiz tam gibi! Adalet mutlaka tecelli edecek.

İşte o gün; “kandırıldık” demenin binlerce ve hatta milyonlarca insanın hayatını kötü yönde etkilemenin bedeli olmadığını haklılar da haksızlar da, kandırılanlar da kandırılmayanlar da mutlaka öğrenecektir.

Velhasıl onlarca kandırılmasıyla onlarca insanın ölümüne sebep olan, binlerce insanın hayatını radikal biçimde etkileyen, milyonlarca insanın yaşamını kötü yönde etkileyenler bugün de iktidardalar. Bunca yıllık iktidarları boyunca hiçbir hata yapmamışlar gibi, bedel ödemekten korkmaktan yapmayacakları şey kalmamış vaziyette herşeyi alt-üst ediyorlar.

Ruh hastası bir imamın fetvalarına kanarak ülkeyi kaosa sürükleyenler, utanmadan-sıkılmadan ülkenin selameti için “yeni anayasa” yapıyorlar.

Bu sefer ellerinin altında, iktidarın koltuk değneği olmayı politika sanan bir parti de var. Hiç şaşmıyorum! Çünkü bunlar; ruh hastası imamın din bilgisi ile afyonladığı zihniyette kardeşler, FETÖ’nün sahte dininin din kardeşleri hepsi. Biri tökezlese, diğeri onu tutar bunların. Çünkü birinin düşüşü, diğerinin kaderinin aynasıdır.

Dün iktidar; Feto bizi kandırdı dediyse … yarın da bu koltuk değnekleri iktidar bizi kandırdı diyecekler.. Al birini-vur ötekine misali.

Şimdiler de Türkiye’nin en eski siyasi partisi ve bugün meclisteki ana muhalefet partisi yeni anayasaya “hayır” demenin başını çekmeye çalışıyor, Ne büyük kazanım ama!

“Anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz” diyerek toplumsal muhalefetin içi boşaltılırken karşı durmak bir yana iktidara destek olan anlayışın mimarı da onlar değiller miydi?

Unutmayacağız, unutamayız da..

Biz Yeni Kapı’da ruhunu iktidara vererek şov yapmaya çalışanlara o gün söyledik; gittiğiniz yol hayırlı değil, Türkiye’yi bir uçuruma sürüklüyorsunuz diye..

Herşey olmasa da, çok şey berrak.. Artık kimin ne olduğunu ve ne yaptığını daha iyi görebiliyoruz. İktidar da görebildiğimizi görüyor. Bu yüzden gözümüzün gördüğünü konuşabilen kim varsa hepsini toplumdan izole etmeye çalışıyor.

Herkesin gözünün önünde yapıyor, hiç kimse ses çıkarmıyor.

Bu yolun sonu iyi değil, dilerim ki herşeyin #hayır’lısı olur.. aksi takdir de bu ülke sadece bizim için değil, ülkenin %50si için cehenneme döneceğe benziyor.

2016 Biterken Çerkesler: Yüzyılda iyi olan şeyleri yitirdik, kötü olan şeyleri koruduk.

2016 yılı dünya tarihinde derin izler bırakarak geride kalıyor, son günün ilk saatlerinde bu izleri düşünüyorum ve gelecek on yılları ve hatta asırları, bu yılı nasıl değerlendirecekleri konusunda öngörülerde bulunmaya çalışıyorum. 2016 yılı dünya üzerinde bir çok toplumu doğrudan fiziksel ve psikolojik olarak etkiledi ve yine bir çok toplumun sosyal ve ekonomik düzenini etkiledi. Egemen veya görece egemen toplumların bu etki üzerinden çeşitli politikalar ürettiklerini gördük, kimileri insanlık krizi olarak adlandırabileceğimiz bu şiddet sarmalını kendileri açısından fırsat bildiler, acı çeken, her yönüyle ağır şiddet gören toplumları kendi çıkarları doğrultusunda araçsallaştırmayı denediler ancak  egemenlerin çıkarları çakıştıkça bu şiddet sarmalı derinleşti. 2016 yılını bütün dünya için hiç özlenmeyecek bir yıla çeviren faktör de bu şiddetin derinliğidir. Bu derinliğin de tek sebebi bir insanlık krizini kendi çıkarları doğrultusunda fırsata çevirmekten başka amacı olmayan politikalar üretmektir.

Egemenleri bir kenara bıraktığımız da, görece egemen toplumların da bu krizde “kendi haklı gerekçeleriyle” bir politika ürettiklerini gördük ancak yavaş yavaş tüm politikalarının egemenlerin politikalarına doğru kaymasına da şahit olduk. Senenin son günlerinde sahada hakimiyet kuran tüm grupların iki egemen politikadan biriyle iç içe girmeye başladıkları artık herkes tarafından hissedilen bir gerçekten ötesi değil. Bu saatten sonra 2017 yılının iki egemen politika arasındaki rekabete dönüşeceği de neredeyse kesinleşti. Çizgisini bu iki politika arasında biriyle paralelleştirerek sahada kalan grupların bu saatten sonra kendi politikalarını bağımsızlaştırabilmesi imkansız, artık paraleli oldukları büyük politika da küçücük bir pay sahibi olmaktan başka kaderleri kalmadı.


Öte yandan 2016 yılının bıraktığı bütün izlerden, her görüşüyle sırtında taşıyan fakat ısrarla bunu yok sayan bir toplum olarak Çerkesler, “hiçbir şey yapmaya” son sürat devam ettiler. Yıllardır bir çok kişinin de tabiriyle kendini dünya da “fanus içinde” sanarak yaşamak Çerkeslerin yeni çağdaki vebası. Sürekli ve yoğun biçimde karşısındaki diğer Çerkese yönelik agresif ve eleştirel yaklaşımlarına bakıldığında insan Çerkeslerin bu gezegende yaşamadığını sanabilir, ancak bilmeyenler için söylemeliyim ki Çerkesler bu gezegende yaşamaktadırlar ve hatta 2016 yılını dünya için karanlığa, kana, teröre ve gözyaşına çeviren insanlık krizinin merkezindeki toplumlardan birisidir de.

Müslüman Çerkesin-Sosyalist Çerkese, Sosyalist Çerkesin-Müslüman Çerkese, arada derede ikisi de olup birinde daha fazla yoğunlaşanların da, diğer tarafta yoğunlaşan Çerkeslere yönelik bitmek tükenmek bilmeyen “dalaşı” sürerken, terör saldırıları sonucunda hayatını kaybedenler içerisinde Çerkeslerin de olduğunu anlayamamaları, kurumların arama motorlarında “terörü lanetleme mesajı” olarak aramaları sonucu ulaştıkları kalıp mesajları yayınlama kolaycılığı, bölgedeki ve dünyadaki tırmanan şiddetin Çerkeslere yönelik her alanda oluşturduğu baskıyı değerlendirme yoksunlukları Çerkeslerin hala “rüyalarında” yaşadıklarının en net sonucu. Yaşananlara sadece mezhepsel, dinsel veya siyasal tepki verme eğilimleri, bu tepkilerin hiçbirisinin Çerkes toplumuna yönelik anlamlı bir değer taşıyamıyor olmaları Çerkeslerin varlık öncelikleriyle ilgili ipuçlarıyla dolu. Kimisi sahilde kumdan kale yapar gibi ciddiyetsiz, altyapısız, araştırmasız kampanyalar yürüterek kendi egosal açlığını gidermeyi denerken, kimisi artık aracına dönüştüğü görüşün politikalarından başka söyleyecek hiçbir şey bulamaz halde. Birbirini-birbirinin karşısına koyarken eline su dökülmez derece de ayrışacak nokta bulma ustaları, birbirinin yanına gelmesi gereken noktalarda bırakın başarısız girişimi-denemeyi, aklına bile getiremiyor.

Türkiye’yi diasporasal olarak siyasi farklılıkların derinliğinden ötürü yaklaşılmaz eğrilik olarak değerlendirmeyi denesek, anavatanda Türkiye ile hiçbir ilgisi olmayan ve tamamen saf olarak Çerkesleri ilgilendiren meselelerde dahi bir araya gelmedikleri gerçeğini gözlemliyoruz. Adnan Khuade olayı ve diğer Çerkes aktivistlere yönelik baskılar da bunun örnekleri. Anavatanda yaşayan insanların da bu girdap içinde sürüklendiklerini görüyoruz.

2016 yılı Çerkesler için 1916 yılından farklı mıydı emin değilim, ancak 1916 da bizimle olan bir çok şey artık bizimle değildi.  Geçen yüzyıl da iyi olan çok şeyimizi kaybettik ancak kötü olan bu durumumuzu ne yazık ki koruduk. Umarım 2017 yılında bu kötü huyumuzu kaybeder, iyi bir huyumuzu korumayı becerebiliriz.  Çerkes gibi düşünebiliriz. Çerkes gibi yaşayabiliriz.

Bugünün siyasi tarihi ve Çerkeslerin yarını

AKP’nin bugün birilerine verdiği hiçbir teminat yarın için geçirdi değil ama ne yazık ki birileri  bunu göremeyecek kadar kör durumda. Gazeteler, televizyonlar, radyolar kapatılmış, gazeteciler, yazarlar, aydınlar tutuklanmış, milletvekilleri, siyasiler […] valilikler her türlü gösteri ve yürüyüşü yasaklıyor, iki kişi bir araya gelindiğinde plastik mermi, toma, biber gazı kullanılıyor, polis milletvekilinin ellerine “kes lan” diyerek vuruyor, sırf onun kaburgasını kıramadı diye, oğlunun kaburgasını kırarak onu cezalandırıyor ve televizyon da hükümet sözcüsü hala “demokrasi” diye bir şeyler söyleyebiliyor.h

Anayasayı fiilen ihlal etmekle övünen bir adam, ki bu adamın oğlu daha geçtiğimiz yıllar da kara para aklama, hırsızlık ve nitelikli dolandırıcılıkla itham edilmiş ve ifadeye çağrılmıştı ve bu adam her türlü hukuku çiğneyerek oğlunu ifade vermeye göndermemişti, işte şimdi çıkmış diyor ki “Hiç kimse hukuktan üstün değildir.” Daha dün MİT tırlarıyla Suriye’deki terör örgütlerine silah gönderdiği belgelenmiş bugün çıkmış “Terör bumerang gibidir” diyor ve televizyon da hükümet sözcüsü hala “demokrasi” diye bir şeyler söyleyebiliyor.

“Ya başkanlık ya kaos” diyen bir adam bugün çıkmış  parlamentodan bahsediyor, bunları konuşmanın yeri Meclistir demekten zerre çekinmiyor. Kendisinin partisinin de, hükümetin de başına nasıl geldiğini sanki hiç hatırlamıyormuşçasına anamuhalefetin HDP’nin adını bile anmaktan korkarak usulen hazırladığı bir bildiriye “Nedir bu kepazelik” diyebiliyor. Aynı zamanda Suriye’den yaralı teröristleri alıp tedavi edip geri gönderdiğini unutarak “Hiç kimsenin milletin parasını teröre peşkeş çekmeye hakkı yok” diyor ve televizyon da hükümet sözcüsü hala “demokrasi” diye bir şeyler söyleyebiliyor.

“Anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz” diyen birisi,  bugün milletvekili tutuklamalarıyla ilgili siyaset yaparken zerre kadar tereddüt etmiyor. Anayasayı fiilen ihlal eden adamın bunu meşrulaştırması için başlayacağı çalışmanın ayağına katılırken yeni kapıda yanyana görünmekten tereddüt etmiyor, bu ortamda mağdurlarla yanyana görünmekten ödü kopuyor. Dokunulmazlıklar ile ilgili AYM’ye başvuru sürecinde “Destek vereni partiden atarım” diyor ve parti sözcüleri çıkıp hala “demokrasi” diye bir şeyler söyleyebiliyor.

Muhalif bütün milletvekillerinin, gazetecilerin, yazarların, akademisyenlerin, siyasilerin tutuklandığı, televizyonların, gazetelerin ve radyoların kapatıldığı, meydanların halka yasaklandığı bir ortam da  demokrasinin varlığından söz etmek ayrı bir marifet.

***

En başından bu yana, ülkede gelişen her şeyin bize olan etkisini anlatmaya çalıştım Çerkeslere. Sadece kötü şeylerin değil, iyi şeylerin de. Fanus içinde olmadığımızı, dış dünya ile etkileşim halinde olduğumuzu yazdığım bir çok yazı var. Rusya ile başlayan uçak kriziyle, Türkiye’nin Suriye politikasının Çerkeslere verdiği zararı bugün inkar edebilecek kimse olmamasına rağmen, bunu Rus düşmanlığı üzerinden hala övecek bir sürü insan var. O halde sanıyorum artık hiç kimse, ülkede gelişen hiçbir şeyin bizi etkilemeyeceği iddiasında bulunamaz ve dış dünya ile etkileşim halinde olduğumuzu kabul eder.

Peki bugün yaşananlar ışığında baktığımız zaman Türkiye, Çerkesler için nasıl bir öngörü oluşturuyor?

İktidarın artık tek bir siyasi parti olduğu söylenemez, çünkü iktidarın günahı sırtında kendi başına taşıyacağından fazla ağırlaştı. İktidar artık bir koalisyondur ve bu koalisyonun bir ortağı da MHP’dir. Birlikte kurdukları koalisyon iki günlük değildir, AKP’nin savaş politikalarına girmesiyle birlikte ki özellikle haziran seçimlerinden sonra çok açık bir şekilde bir ilişki geliştirmişlerdir. Zaten o günden bu yana Türkiye Halklar açısından giderek gerilemiştir. Halkların sadece birlikte siyaset yaptıkları alanlar değil, birlikte konuştukları televizyonlar, birlikte yazdığı gazeteler de kapatılmıştır. Halklara duyarlı gazeteciler ve yazarlar da tutuklanmıştır. Çerkeslerin kendini topluma karşı ifade edebilecekleri her türlü alan saldırı altında tutulmakta ve baskılanmaktadır. İMC TV’nin kapatılması örneği Çerkeslerin Çerkes olarak kendilerini topluma aktarabildikleri bir alanın nasıl yok edildiğinin göstergesidir. Bugüne kadar parlamento da Çerkes sorunlarının araştırılması ve önüne geçilmesiyle ilgili önerge veren isimlerin tutuklanması da Çerkeslerin kendini devlete ifade edebildikleri vekillerinin susturulması ve baskılanmasıdır.

Çerkeslerin siyasi olarak aynı düşünmediği, Türklerin ve Kürtlerin de aynı düşünmediği kadar elbette gerçek, hiç kimsenin bütün Çerkesler adına açıklama yapması doğru değil ancak aynı düşünen-düşünmeyen bütün Çerkesleri ilgilendiren şey Çerkesliktir. Çerkes halkının dilinin, kültürünün yaşanmasına, gelişmesine ihtiyacı olduğu da açık. Bugün genç Çerkes nüfusunun çoğunluğunun anadilini bilmediği gerçeğini hiçbir parti taraftarlığı yok edemiyor, bu anlamda Çerkeslerin kendilerinin bu sorunlarını ifade edebileceği ve çözüme odaklı siyasal faaliyet yürüterek bu sorunun önünü almayı deneyecekleri alanla, bugün iktidar zihniyetinin yok etmeye çalıştığı alan farklı değil. Bu anlamda iktidarın yok ettiği alanı savunmak, Çerkes dilini ve kültürünü de savunmaktan ötesi değil.

“Perşembenin gelişi, çarşambadan bellidir” diye bir söz vardır, Çerkeslerin hukuki olarak yok sayıldığı, kendi dili ve kültürleri için siyasal faaliyet yürütüldüğü, topluma hitap ettiği alanların kapatıldığı bir zeminin hiçbir Çerkes için hayırlı olmadığı belli. Nasıl dün yaşanan “Anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz” demelerle “AYM’ye başvuru için destek vereni partiden atarım” demelerle, “Yenikapı ruhu” içine girmelerle bugünlere gelinmişse, bugünde başta Kürtler olmak üzere tüm muhalefete saldırılar, yarın Çerkeslerin başına ne geleceğinin en net göstergesi.

Erdoğan İtiraf Etti: "Ben Diktatörüm"

Cumhurbaşkanı o zamanlar başbakan, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin 70nci Mali Genel Kurulunda çıkmış kürsüye konuşuyor. O zamanlar konuştuğu şeyleri ilk duyduğumuzda biz şaşırmıyoruz tabi; sahi hangi diktatör halkına “ben diktatörüm der?” diye düşünüyoruz. O zamanlar da yaptıkları bize göre diktatörlükten ötesi değil ama biz hiç akıl sır erdiremiyoruz Erdoğa’nın bu söylediklerinin geleceğini tarif ettiğini.

Şimdi düşünüyorum da Erdoğan meğerse 22 Mayıs 2014’ten ilan etmiş 16 Temmuz 2016’daki sıfatını. Ben demiyorum, kendisi söylüyor: Diyor ki “Ben diktatör olsam meydanlara çıkamazsınız” İşte buyur, meydanlara çıkamıyoruz. Yani bugün Erdoğan’ın o zaman ki söyleminden ölçüt alarak, kendi diktatörlük anlayışından yola çıkarsak dahi; Erdoğan kendi ağzıyla söylüyor: Ben diktatörüm diye. Erdoğan’ın o zaman ki söyleminden yola çıkarak “Erdoğan diktatör olmasaydı, bugün meydanlara çıkabilirdik” demek ki. Meydanlara çıkamıyoruz, niye? Çünkü Erdoğan diktatör. Sadece meydanlara mı çıkamıyoruz, ekranlara da çıkamıyoruz, sayfalara da çıkamıyoruz. Yani anlayacağınız basit bir diktatörlükte değil yaşadığımız. Yani Erdoğan ve diktatörlük insanlara daha nasıl anlatılabilir bilemiyorum.
Yeni Kapı diye bir ruh tutturdular ve bugün Türkiye’nin üzerine kabus gibi çöken fiili rejimin arayıpta bulamadığı her şeyi o ruha feda ettiler. 18 Ağustos’ta “Türkiye’nin Demokrasisi, Sonra Çıkar Oligarşisi” başlığıyla yayınladığım yayında şöyle yazmıştım.
“Devletin kuruluşundan bu yana; oligarşi düzeni hiç değişmedi. Oligarklar kendilerine “milliyetçi” bir cephe kurdular ve sürekli düşmanlar üreterek bu cepheyi beslediler.  Bu oligarklar çoğu defa birbirleriyle kavgalar da etseler, hiçbir kavgaları ilkesel bir tutum üzerinden ilerlemedi. Herşey çıkarlar üzerine kuruluydu, CHP, AKP’nin devletin bütün kurumlarında kadrolaşmasına şiddetle karşı çıkıyordu, ancak bunu AKP’nin devletin bütün kurumlarından CHP’lileri etkisizleştirmesi yüzünden yapıyordu.
MHP her ara elemandı. İktidar kimde olursa olsun, onla gizli ya da açık bir ittifakı vardı.”
Bugün gelinen nokta da, o gün, o  ruha bugün üzerimize çökecek kadar yetkiyi feda eden siyasi parti liderlerinden veya liderlerini eleştiremeyen vekillerinden hiç kimse “hikayeler” düzmesin. Yenikapı’da sıkıştığınız el, kürsü de sallanıyor ama kürsünün bir hükmü kalmadıktan sonra oradan bağırıp-çağırmanın bir değeri kalmadı.
Diğer faktör ise muhalefet partilerinden birisi zaten artık diktatörün yedek partisi haline geldiği için, aslında daha doğrusu tarihi hep gücü elinde tutanın yedeği olarak gelişip partileri bunun üzerine kemikleştiği için diyecek bir şey yok.
15 Mayıs 2016 tarihinde “Türkiye Büyük Tayyip Meclisi” isimli yayınımda yazdığım gibi. Büyük Millet Meclisi KHK’larla artık Tayyip’in fiili durumuna hukuki boyut kazandıran “Sipariş Yasa Üretme” kurumuna dönüşüyor. Yenikapı’da Erdoğan’a bu gücü verip bugün hükümsüzleşen kürsüden bağırıp çağıranlar ise o kurumun mızmızlanarak çalışan memurlarından başka neyi ifade ediyorlar?

29 Ekimde Kılıçdaroğlu kürsüden diyor ki; “4ncü büyük devrime hazır olun” “Tam Demokrasi devrimiymiş 4ncü büyük devrim” Fakat biz Kılıçdaroğlu’nun hali hazır temsili demokrasiye dahi sahip çıkmadığını görüyoruz? Demokrasinin bölge bölge, il il, dil dil ayrı seviyeleri olduğu bir Türkiye’de daha kendi memleketine neden Ankara’daki demokrasi gelemedi diye düşünemeyen bir adamın “ilk bedeli ben ödeyeceğim” demesi sizce manidar mı? Benim artık Kılıçdaroğlu’ndan umudum yok, zaten öyle büyük umutlarım da olmamıştı ama artık zerre kadar umudum yok. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde FETÖ’nün çatısı altına girmekten gocunmayan, kendi tabanına “tıpış tıpış oy vereceksiniz” demekten kızarmayan, kendi partisinin milletvekiline kurşun sıkan ülkücü üzerinden bile ülkücülere methiyeler düzen (ki ben geçmişten günümüze elindeki eli kanlı ülkücüleri eklemek dahi istemiyorum) bir liderden nasıl umutlu olabilirim? Biz artık anti laisist ve tamamen faşist olanların Kılıçdaroğlu ve Bahçeli’nin elleriyle demosunu yaşattıkları “Karşı Devrime” direniyoruz. Onlar her ne kadar nasıl olsa bizim söylediklerimiz duyulmaz diye umut ederek insanların gazını alan 4ncü büyük devrim masallarını gazete gazete, televizyon televizyon anlatsalar da, bugün değilse bile yarın kimin faşist devrime güç verdiği kimin direndiğini bir gün tarih muhakkak ortaya da çıkaracak. Biz de o güne kadar basılı gazetelerimizi sustursalar internet gazetelerine, internet gazetelerini sustursalar defterlerimize, defterlerimizi yakıp yıksalar kentin duvarlarına, bizi duvarların içine hapsetseler aklımıza  yazacağız gerçekleri. Bu da Kemal’in 16 Temmuz’da koltuğunu bile feda etmekten tir tir titreyen iradesizliğine kapak olsun.

Kafkas deryasındaki Çerkes balıkları ve Pşıko Suadin

Ben kendimi bildiğimde herkes bana “Sen Çerkessin!” diyordu. Çerkes olmak öyle kan meselesi değildi, babam Hasan Apiş diye ben Canberk Apiş olamazdım. Canberk Apiş olmalıydım, hak etmeliydim. Çerkesliğimin damarımda akan kandan, resmi nüfusa göre babamdan aldığım soydan olmadığını bilmeliydim. O küçük yaşımda, her türlü haylazlığa ve yaramazlığa rağmen sorumlu olduğum alanı bilmeli ve sorumlu olduğum şeyleri yapmalıydım. Reyhanlı bana, bir adamın soyundan çalarak Çerkes olmayı değil; bir toplumun okulunda hak ederek Çerkes olmayı öğretti. Günümüze benzetmeye çalışırsak; Babam Çerkesliğin ilköğretim öğretmenimdi, Yenişehir mahallesi ise Çerkes lisesiydi… Geri kalan bütün yaşantım ise yükseköğretim olarak sürecek. Benim notuma da esasen hepimizin olduğu gibi tarih karar verecek.

Size bunları okutuyorum, çünkü şunu bilmenizi istiyorum: Eğer emek vermiyorsak, değer bilmiyorsak, unutuyorsak, aksatıyorsak, yaşamıyorsak babamızdan aldığımız soyun bize katacağı Çerkeslik beş para etmez. Bu toplumun kendini ilmek ilmek ördüğü tarihi, bu tarihe sığdırdığı nice değeri var. İşte Çerkeslik tüm bu tarihi ve tarihine sığdırdığı değeri yaşatıldıkça, bunu yaşatanların veya yaşatmak için mücadele verenlerin en kıymetli hazinesi olur.

Bundan beş sene evvel kendi halkı için, yüzümüzü yere eğdirecek tek bir anısı olmadan, hakkı/hukuku çiğnemeden mücadele verirken katledilen Pşıko Suadin’i unutacaksak, üstümüze yapıştırdığımız Çerkeslik ancak “Kafkas deryasındaki Çerkes balıkları” olarak boğazımıza düğümlenebilir. Bugün şatafatlı “asalet” masallarıyla kendimizi öve öve düştüğümüz şu durum ne yazık ki bir çoğunun Pşıko Suadin’i bile hatırlayamadığı kahredici hafızasızlıktan  öte başka nereye gidiyor?

Demokrasi görünümlü Darbe pratiği

15 Temmuz gecesi yaşananları herkes bir defa düşündü “kurgu muydu?” diye. Bunu yazanlar ve konuşanlar da oldu her kesimden ve bugünde birileri hala 15 Temmuz gecesi yaşananlar üzerine “eğer gerçek olsaydı” üzerinden bir şeyler yazıyorlar ve konuşuyorlar. Şuana kadar o kadar olasılık üzerinden düşünceler kaleme alındı ki ben bu konuda yazacak hiçbir yan bulamadım. Ne yazarsam yazayım, birisinin yazdığı veya söylediği bir şeyin tekrarı olacağı kesin.

Ama benim aklımda dönüp dolaşan başka bir şey var. 16 Temmuz. Bana öyle geliyor ki, 15 Temmuz gerçekten de birilerinin sandığı gibi iktidarın kurgusu değildi, ancak iktidar 16 Temmuz günü kıl payı sıyrıldığı askeri darbe girişimini yok etmek yerine ona kendi lehine müdahale etti ve dizginlerini eline alarak aylarca düşünüp bir türlü hukuki altyapısını hazırlayamadığı bir yönetim biçimini Türkiye’de yürürlüğe soktu.
Üstelik iktidar ta en başından bu yana uzmanı olduğu mağdur edebiyatı için her türlü kıvıracak bir zemine de sahipti. Sonuçta artık darbeyle indirilmeye çalışılan bir iktidarı oynuyorlardı. Mağdurlardı. Argümanları oluşmuştu. 16 Temmuz günü; “Tehlike devam ediyor” diye bir başlık açtılar ve “birlik olmalıyız” dediler. Bir miting düzenlediler; bir “ruh” yarattılar. Anlayan işte ta o zaman anladı; darbecilere “ne istedilerse verenler” ile, darbecilerin adayının çatısı altında birleşenlerin yarattığı o “ruh” bize zifiri bir karanlık olarak çökecekti. 
Velhasıl darbe girişimi yapanların bağlı olduğu örgütün devlet içerisindeki olağanüstü yapılanmasına dikkat çekilerek bir OHAL ilan edilmişti bile. Hissedenler tam o an hissettiler; kısa bir film gösterisinden sonra kararacak “demokrasi sahnesini”. Bunlar hep yazıldı, çizildi. Tahmin edilmesi zor değildi zaten. 
İşte o sebeple başbakan çıkıp OHAL’i bizlere tam şu cümlelerle aktarıyordu: “OHAL’i kendimize ilan ettik.”  Diyeceğim o ki, o gün bu açıklamayla yüreğine su serpilenler; gidip istedikleri kadar morarmakta özgürler.
Bu saatten sonrası; içinde kendi parçası bulunan şu meşhur “ruhu” tırtıklamakla düzelmeyecek. Tırtıklayanlar da bunun farkındalar, onların ki de kendi içlerindeki sosyal demokratları rahatlatma senaryolarından ötesi değil artık.
Çünkü bugün o ruhun karanlığı yaydan fırlayan bir ok. Bu yayı geren iktidar olsa bile, sizde yenikapı da gerilmiş o yaydan ötesi olmayacaksınız. 
İlk günden bu yana hedef biziz, direnen de biziz. Dün evet diyerek bugün hayır okuyanlar değiliz. İlk günden bu yana aynı şeyleri tutarlılıkla söylüyoruz. Bugün ise bu yüzden en çok bizleri susturmak istiyorlar. Kendi emeklerimizle inşa ettiğimiz basın/yayın organlarına saldırıyorlar; 16 temmuz günü yürürlüğe giren: demokrasi görünümlü, darbeci zihniyetli ittifakları ifşa olmasın istiyorlar. Televizyonlar, Gazeteler önündeki “it dalaşlarının” kapılar kapandığında nasıl bir samimiyete dönüştüğünün görülmesinden, bunun yazılmasından korkuyorlar.
Hiçbir darbe bize huzur vermedi, biz de hiçbir darbeden medet ummadık. Tarihleri darbecilerin arasında oluşanlar ile her darbede bedel ödeyenler fil gibi ortada. Bir darbede olması gereken herşey bugün Türkiye’de yürürlükte.
Bize düşen ise, herşeye rağmen gerçekleri söylemek ve belli ki işimiz bu sefer de çok zor fakat tarihimiz de hiç kolay bir gün yaşayamamanın avantajlarına nailiz. Bu karanlığı da yaracağız, yarına elbet güneş olacağız.

Adalet KHKitlendi!

Hükümetin devletin kendisine ilan ettiğini savunduğu OHAL her geçen gün yeni bir boyut kazanıyor, demokrasiye karşı girişilen askeri darbeye karşı mücadele demokrasiye karşı girişilen sivil bir darbeye dönüştü; halkın iradesiyle seçilmiş belediye başkanları yerine, devlet istediği kişiyi belediye başkanı olarak atamak üzere harekete geçti ve geçtiğimiz ay haftalarca meydanlarda demokrasi nöbeti tutanlar için bunun bir değeri yok. Görünen o ki bu ülkede herkesin kendi demokrasisi var. “Kendine müslüman” tanımına cuk diye oturan “kendine demokrat” tanımı bu ülkenin sosyolojisine giriyor.

Hiç kimse asıl meseleyi konuşmuyor, gerekli olan soruyu sormuyor!

Herkes darbeye karşı sivil direnişten kendine kahramanlar yaratırken, Çerkesler de bunun çok gerisinde değiller. Darbenin seyrini değiştiren Ömer başçavuştan, darbeye onay vermeyen Abidin paşaya – köprüde asker kurşunuyla katledilen baba-oğul Olçok’lardan, Bursa’da öldürülen komiser Bırs’a kadar bir liste Çerkeslerin bu ülkede demokrasiye akıttıkları kanlar olarak dilden-dile dolaşıyor. Ancak hiç kimse bugün isimleri Çerkeslerin demokrasi şehitleri olarak toplumsal hafızamıza işleyen bu insanları ölüme sürükleyen siyaseti sorgulamıyor. Darbecileri, cüretkarlaştıkları mevkilere elleriyle taşıyanlar ve onlara “ne istedilerse verenler” “kandırıldık” diyerek aklandıklarını iddia ederek ellerine-paçalarına bulaşan şehitlerimizin kanlarının hesabını vermekten kurtulmak istiyor. İşin acı tarafı; biz de onlara bu fırsatı sunuyoruz. Böyle demokrasi havariliği de, demokrasi tarihine “destan” olarak lanse edilmek isteniyor. Halbuki olsa olsa “utanç” olarak girebilir.

Herkes tetikçinin peşinde ama tetikçiler birer figüran.

“Kral çıplak” diye bir tabir vardır. Çok şey anlatır. Kral çıplaktır ama kimse söylemeye cesaret etmiyordur. Türkiye’yi daha iyi anlatan bir hikaye kalmadığına inanıyorum. Daha düne kadar El-Kaide bağlantılı gruplara gönderdiği silahlar deşifre olduğunda, bunu deşifre eden gazetecileri hep bir ağızdan susturmak için “adaleti iktidarin fahişesi” yapan bir yönetim anlayışı, gerçekleri karanlıkta bırakmamak için gazetecilik onurunu bu ülkedeki bütün ağırlığına rağmen sırtlayan gazete ve gazetecileri cezaevlerinde tecrit altında tutan bu yönetim anlayışı “fahişesine dönüştürdüğü adalete” bile yetinmeyerek ülkede adaletin tiyatrosunu dahi askıya alıyor. Üstelik bunu “kendine ilan ettiğini” söyleyerek, söylem-eylem tutarsızlığı ile “kendisinden olmayan” herkese karşı kullanıyor. Bir zamanlar devletin kapısı olarak işleyen cemaat kapılarının bırakın içinden geçenleri, yanından geçenlere selam verenlerinin-selam verenleri dahi adalet tiyatrosuna ihtiyaç olmadan suçlu muamelesi görebiliyor. Bu haksızlığı yaparken dahi adil olunamıyor üstelik. Memurluktan ihraç edilen hiçbir memurun, Fetullah ile devletin başındaki zat kadar fotoğrafını bulamazsınız yeryüzünde. Hiç kimse Fetullah’a “ne istediyse vermemiştir” üstelik. Kaldı ki hükümeti kuran iktidar partisi içindekilerin ilişkilerini söylemeye sayfalar bile yetmeyecektir. Herkes tetiği çekeni linç ediyor ama, tetiği çekenler demokrasiye karşı girişilen bu darbenin sadece figüranlarıdır. Asıl suçlular ise dün ilgili cemaati göklere çıkaran köşe yazarları, onlara ihaleleri veren kamu müdürleri, istediklerini veren devlet erkanıdır. İşte Kral böyle çıplaktır ki; kral çıplak deme ihtimali olanların bili kalemi kırılmış, dört duvar arkasına hapsedilerek toplumdan izole edilmiştir.

Kral çıplak diyenler için risk giderek büyüyor!

15 Temmuz’dan daha hemen sonra, aynı gün başladılar saldırmaya çok önceden devleti cemaate ısmarlayanlara yıllardır karşı çıkanlara. Cemaati valiliklere, kaymakamlıklara, emniyet müdürlüklerine, okullara dolduranlara soru soranlara “demokrasi düşmanı” diye linç kampanyalarına saldırdılar ilk önce. İlk günden “kral çıplak” demenin bedeli olacağını hissettirdiler. Buna rağmen “kral çıplak” diye bağıranlar oldu. Yeni kapıda kral meydana çıktı. Çırıl çıplaktı; ellerinde darbe gecesi ölen herkesin kanı da vardı, güneydoğuda taş üstünde taş bırakmamanın tozu da, Taybet ananın kuruyup taş gibi olmuş kanı da. Berkin Elvan’ın ahı, Ali İsmail’in, Ethem Sarısülük’ün acıları da vardı. Ama kimse orada söz de bir ruh; bu ülkeye kara duman gibi çökerken; devletin dörtte üçü el ele vermiş susuyordu.

Dün “Kral çıplak” diye bağıranlar bugün de devam ediyorlar “Kral çıplak” diye bağırmaya. Onlar da dün “kral çıplak” diye bağıranlara nasıl saldırıyorlarsa, daha vahşi biçimde saldırıyorlar bugün “Kral çıplak” diye bağıranlara.

Ey halk, Size Nihat Berham’ın “Haykır acını ey halk” şiirinin bir bölümüyle de seslenmiş olayım!

“Bu direniş senin için ey halk / Bu çığlık senin kollarınla / Yıkılsın şu köhne dünya / Ve coşkuyla yeniden kurulsun diye çınlatıyor hayatı / Bir yol kavşağındasın fakat / Mutlaka değişecek kaderin / Bunu bekliyor şu ıslak çukurlarda yürüyen şu yoksul çocuk / Bunu bekliyor gözevleri kurutulmuş analar / Bunu bekliyorzincirin oyduğu bilek / Bunu bekliyor açlık, kuraklık, ılık ılık akan kan / Bunun için en gençlerimizi ölümle tanıştırdık  / Kuşan kendini artık, / Biraz da gövdeni yüreğinle kırbaçla / Ey halk, haykır acını; bu karadumanı dağıt”