Bize kaybedecek hiçbir şey bırakmadınız.

Ben şantiye çıkışlı bir harita işçisiyim. Bize, sektörde “alaylı” derler. Yani bu, yaptığımız işin bir üniversite diploması aracılığıyla sınav çözdüren bir ezbere sistemle değilde, aksine uygulama alanı olan şantiyenin tozuyla toprağıyla öğrendiğimiz anlamını yükler. Anlayacağınız, harita işinin şantiyedeki en alt seviyesinden başladım mesleğe, şimdi ise İstanbul’da olmak adına, şantiyede toz toprak yutarak aldığım haritacı alaylı diplomasını rafa kaldırıp, henüz bir çocukken yine şantiyesinde toz toprak yutarak “alaylı” olduğum elektrik sektörüne girdim. İş hayatım boyunca, şantiyelerin insan bünyesini zorlayan yapılarında her türlü aşağılama ve sömürüye maruz kalıp; hiç sesi soluğu çıkmayan insanlarını garipsedim. Ben kendim, aynı sektörlerde defalarca, küçük-büyük, genel-kişisel çatışmalardan ötürü nice şantiye değiştirdim. Nice kavga verdim. Fakat  en sonunda, her zaman duruşumu korudum. Bir insan olduğumu ve bana insan gibi davranılması istemimi hiçbir zaman rafa kaldırmadım. Çok borcum oldu, ama hiçbir borcum beni satın almadı. Kendini borçlarına, çeşitli ajitasyon biçimleriyle süsleyerek nasıl kiraladığını anlatan insanlara hiç hak vermedim, asla hak vermeyeceğim. İstanbul’da olmak adına seçimim beni ekonomik olarak bir sürü çıkmaza sürüklese de, elbette bunun belirli sebepleri var. İlk başta, Haritacılık çoğu zaman günün 8 saati uygulamada olmak üzere 24 saati şantiyede olmaktır ve bu süreç genelde ayda en az 28 gün sürer. Yani, ayda 28 gün 24 saat işyerinde olursunuz ve bunun sadece 8 saatlik bedeli size ödenir. Fakat bu durumdan dolayı bu 8 saatin ücreti elbette biraz iyileştirilmiş olur. Boşversenize! Ne kadar iyi bir ücret, beni günde 16 saat, ayda 28 gün sevdiğim insanlardan alıkoymayı normalleştirebilir? İşte birinci sebebim buydu. Ben kazandığım ücreti, sevdiklerimle birlikte tüketebilmeyi istiyordum ve 2.000 tl ücretle sevdiklerimden uzaklaştırılacağım bir ücretten daha cazip geldi bana aylık 1.000 tl ücret. Hemde, 2.000 tl içinde ne kira, ne su, ne elektrik, ne gıda-beslenme masrafı yokken, aylık 1.000 tl içine hepsi birden eklenmiş hali olsa bile daha cazip geldi. Bu da benim fazla para kazanmak adına, az hayat yaşama olan itirazımın mütevazi bir göstergesi olsun. Her neyse, uzun süre yurtdışı da olmak üzere yurtiçinde de zamanımın çoğunu işe harcadığım böyle zamanlar oldu. İşte bu zamanlarda, azıcık daha fazla kazanmak uğruna herşeye gözünü yuman ve kendilerine reva görülmüş bu rezil geleceğe sessizleşen işçi sürülerini hep hayret ettim. Bu patron yalakaları, göze girebilmek ve  sefil konumlarını sağlamlaştırabilmek adına kendi iş arkadaşlarına gözlerini kırpmadan ihanet ederken, nedense ilk fırsatta tapındıkları o yerlerden uzaklaştırılan ilk kişiler olabildiler. Şimdi, İstanbul’da; hayata daha fazla katılabilmek adına, hayatı daha fazla etkileyebilmek, genel çerçevelerle, kimliğimi ve sınıfımı siyasal anlamda daha güçlü savunabilmek için bulunuyorum. Ekonomik ve sosyal riskler alıyorum, küçük politik çıkarlar uğruna büyük bir harekete dönüşme yolumuza taş koyan, yosun tutmuş eski yoldaşların hallerine hüzünleniyorum. Ne garip? Henüz kimlik olarak gelebildiğimiz ileri 2 adımlık yol. Daha çok yol yürümemiz lazımken, bu gelinen yolda bulundukları konuma tapınan insanların ileriye giden her yola, daha dün direndikleri üslubun aynı şekliyle saldırmaları. Allah bunları görüyor ya, tarih de yazsın diye uğraşıyorum. Halkımız; kişisel hırslarına engel olamayıp toplumsal ilerlememize saldıranların bu onursuzluklarını hiç unutmasın. İşte İstanbul’da, küçük bir esnafta, alaylı bir elektrikçi olarak çalışıp asgari ücretle, ev kirası, elektrik faturası, doğalgaz faturası, su faturası, kedi-köpek maması ücretlerine karşı direnişimin ana teması bu. Benim gibi düşünen ve davayı kişisel düşüncelerden, toplumsal harekete aktaran ve kendi egosunu ezerek, toplumunda bir değer yaratmaya çalışan insanlarla birlikte, halkımız adına, diğer halklarla kardeşlik ve barış içinde bir mücadelenin bu coğrafyada tüm insanlara kazandıracağı bir eşitlik ve özgürlük davası. Hepimiz biraz daha fedakar olmalıyız, çünkü fedakarlık olmayınca ve birileri fedakarlıklarda bulunmayınca bu yola dost görünümlü düşmanlar dahil olmak üzere kötü insanların koydukları taşları temizlemesi zor oluyor. Zaman alıyor. Şimdi, kaybedecek hiçbir şey bırakmadığınız bu gençlere kulak verin ve emin olun. Bize kaybedilecek hiçbir şey bırakmadınız, oysa biz size tekrar kazanabileceğimiz bir kimlikten umut veriyoruz. Gelin hep birlikte, yarınlara güzel bir miras bırakalım.

T'Zey Hali'Z ve anti siyaset sarmalı

Kendi çevrelerini aptal yerine mi koyuyorlar, yoksa kendileri aptal yerine konulmuş ve tutmuş mayalar mı bilemiyorum ama; ortada “zeka kıtlığı” çeken, ağzından çıkanı duymayan, klavyeden ne yazdığını bilmeyenlerin döndürdüğü bir sarmal var. Hele hele; son olarak.. bizim temsiliyet noktalarında kimliğimizi öne çıkararak  yürüttüğümüz faaliyetlere sözde “saygı” çerçevesinde yaklaşıp, ancak bunlarda etnik kimliğimizin varlığından “rahatsız” olduğunu ve bu durumun toplumu bir uçuruma sürüklediğini bağırarak, bazı grupları ve elbette beni, benimle olanları açıkça, alenen hedef göstererek ve bize karşı 90lar da gayet kullanışlı bir yöntem olan “çamur at, izi kalsın” politikası üreterek döndürdükleri sarmal çok enteresan. Afedersiniz yaşı kemale ermiş bir adamın, adımı da açıkça belirttiği bir liste de “belli ulusalcı parti” yaftalamasıyla, sözüm o’na ki; ağzından besmele eksik olmayan, facebook’taki her görselinden anlaşılacağı üzere eli kur’an’dan ayrılmayan bu adamın, tanımadığı (ki aşikar) insanlar hakkında, sırf göbekten bağlı olduğu hırsızlar iktidarının politikalarına uyuşmadıkları için sarf ettiği bu sözler; tarihe düşülsün. Düşülmeli de. Bunların unutulmasına asla müsaade edilmemeli. Bu sarmalın yürütücüleriyle ve fanatikleriyle herhangi bir polemiğin parçası olmayacağım, zaten görünen o ki; bu dengesiz savrulmaları ve tutumları kendilerini geleceksizleştiren en büyük şey. Küf gibi düşünün, bir müddet kokakcaklar, sonra yok olacaklar. Onlar yanlarında yok etmek istediklerine bu küfü bulaştırmak için bugün bu kadar çılgın, bugün bu kadar ateşli ve göz göre göre yalanın bini bir paraymışçasına konuşuyorlar. Halkımızın hafızasıyla alay edercesine, belleğimizi aptal yerine koyarcasına ve yarın su yüzüne çıkacaklarının bile hesabını yapmaktan aciz, beceriksiz ve zavallı bu tutumları, üstünde küflendikleri şeyin artık ne kadar azaldığının en açık delili.

Biz bu küfün, bu çıldırışını T’Zey Hali’Z olarak adlandıralım ve bu sarmalı o metaforla bütünleyerek bu zavallıların bugün yalanlarıyla, iftiralarıyla, kokularıyla sarf ettikleri bu kirli emeği, gelecekte böyle hatırlanmak üzere taçlandıralım. Bunca emeği karşılıksız bırakmak, emeğe olan saygımızın bir gereği olmalı. Neyse, Bu T’Zey Hali’Z metaforu içinde küflenmiş bileşke olan grupların bugün sarf ettikleri sözcükleri inceleyelim.
Kürt Özgürlük Hareketinin açtığı havuzda, sözüm ona Lejen Xase’yi kurup bugün bir algı yaratmak adına HDP’yi, PKK ile yan yana, iç içe, birebir anan kişilerin (*-Dipnota bakın) Bu çalıştaya davet ettikleri isimleri inceleyelim. Çalıştayın Sonuç Bildirgesini, kimlere ulaştırdıklarını ve kimlerin kendilerine nasıl cevaplar verdiklerini de hatırlamaya çalışalım. 
ve devamı olarak devletin Kürtlere TRT üzerinden verdiği yayın hakkını, örnek gösterip neler organize edildiğini, kimin açtıkları alanlar içinde çırpındıklarını hatırlayalım
Caferağa Spor salonunda kimin ne konuştuğunu hatırlayalım
sonra yüce Allah’ın insana bahşettiği zekanın da bir parça  yardımıyla,
ÇHİ, ÇDH, Çerfed, İÇD, ÇDP ve bunların etkin isimlerini yan yana getirip, bugüne kadar neler yaptıklarını gözden geçirelim.  Şimdi sırasıyla, tüm bu yapıların birbiriyle nasıl bir bağlantısı var, organik mi değil mi? diye düşünelim. Bilemiyorum, göbekten bağlandıkları bu kadar günyüzündeyken bunu da inkar edecek kadar zavallılaştılar mı ama, yapabilirler. Sonuçta, yaptıkları şeyler, yapacakları şeylerin teminatıdır değil mi?
Sonra, sözüm ona kurdukları partinin başındaki Ç’ye en çok da Çerke’Z’i yakıştıranlara da demişler mi siyasetle Çerkesliği yan yana koymayalım diye? Daha hazirandan çok geçmedi değil mi? Lejen Xase, ÇHİ talepleri, 21 eylemleri, Bildirgenin meclise gelimi, caferağa vakası, çdp propaganları hiç siyasal değildi, değil mi? Evet, evet.. biliyorum; zira o hareketlerin içinde “kardeşlik” “eşitlik” gibi kelimeler yoktu doğrudur.
Çerkeslerin siyasal faaliyetlerini yürütmeyi bir tek siz mi, sizin kendi varlığını dahi inkar eden hareketleriniz mi yürütmeye yetkili?
Siyaset yapmayalım diyorsunuz, siyaset yapıyorsunuz.
Küfür ediyorsunuz, etmedim diyorsunuz
tanımadığınız insanlar hakkında, tutarsız yalanlar atıyorsunuz
tükürüp, tükürüp yalıyorsunuz
size biz alıştık.. siz 1-2 yıllık küflersiniz, neleri tükürüp tükürüp yaladınız herşeyi biliyoruz da, bu halk size nasıl alışacak siz onun yollarını arayın.
T’Zey Hali’Z ve bu metaforun müdavimleri olarak gençliğe gösterilecek kıymetli deliller olmayı başardınız. İşte gençlere sizleri gösterip; böyle olmayalım diye siyasetin en onurlusunu yapmaya devam da edeceğiz.
Kardeşliği, Barışı, Eşitliği, Özgürlüğü savunmaktan
ve adımızı haykırmaktan bir adım geri durmayacağız.
Sizin artık benliği kaybetmiş dengesizleşmeniz de, çok normal
heyecan yapmayın, suratınıza tükürülmeye alışık insanlarsınız. Daha da alışacaksınız. Tükürdüğünüzü yalamanın uzmanı olmuşsunuz, doktorasını yapacaksınız.
Madem Çerkeslikle siyaset yapmayı yanlış buluyorsunuz, eleştiriyorsunuz. Eğer bir daha yaparsanız namertsiniz. Biz doğru buluyoruz, yapmaya devam edeceğiz.

Çerkeslik, İnsanlık, Onur ve ve Şeref..

Hemen yanıbaşımızdaydı halbuki savaş, hemen yanıbaşımızdaydı. Çocukları öldüren kurşunların parasını cebinizdeki kuruşlarla ödüyorduk. Ödememiş gibi yaşıyorduk. Ana haber bültenlerine düşen ölümün istatistiklerini izlerken, sözüm ona; üzülüyorduk. Zalimin, kurşunlarını cebimizden öderken, ölenlerin istatistiksel verileriyle; çirkin bir politikanın ajitatörlüğüne ortak oluyordunuz. Hiç inandırıcı gelir mi bu? İnsanları evlerinden, kentlerinden akın akın açlığa ve istanbul’daki metrobüs duraklarında dilenmeye zorlayan bu savaşı kim destekliyor diye bakmak yerine, buraya gelenlere iki parça ekmek verdik diye övünüyorduk değil mi? Peki hiç; o insanları bizim iki parça ekmeğimize  mahkum etmenin nasıl kötü bir şey olduğuyla utanabilecek miydik? İsterseniz bütün Suriye’yi getirin buraya, fakat unutmayın ki; onları muhtaç duruma taşıyan politikaların bir parçasıyız ve hiçbir yardımımız bu utancı silmeyecek. Siz insanları, metrobüs duraklarının önlerinde ekmek için dilenmeye muhtaç ettiniz ya? Allah sizin belanızı versin. Bir de, onlara iki parça ekmek verdik diye seviniyor, olmayan vicdanınızı avutuyorsunuz. Yüz karasısınız. Hepiniz zalimsiniz niye biliyor musunuz?

Zalime susmak, zalim olmaktır. Zalime sustunuz..! Yetmedi, aynı ağzı paylaştınız. Yetmedi, aynı algının bir parçası oldunuz. Yetmedi, zulmünü onayladınız. Yetmedi, zulüme ortak oldunuz. Yetmedi, meşrulaştırmak istediniz. Yetmedi, izlerini kapatmaya çalıştınız. Yetmedi, küfür ettiniz. Yetmedi, çirkinleştiniz. Kötüydünüz; yetmedi. Zalimleştiniz. Ölüleri ayırdınız, ölüleri böldünüz, ölülere küfür ettiniz, ölülerin anılarına hakaret ettiniz. Çocukları, cebinizdeki kuruşlarla öldürdünüz. Yetmedi; sizin bu pisliğinizi temizlemek, harabeye çevrilmesinde kuruşlarınızla destek olduğunuz kentlerin çocuklarına umut olmaya giden insanları; küçücük vicdanlarınızla alenen terörist ilan ettiniz. Yetmedi, cebinizdeki kuruşlarla onların da öldürülmesine vesile oldunuz. Yetmedi; çocuklara umut taşıyan çocukların ölülerine bile küfür ettiniz. Sizin sildiğiniz insanlık onurunu, yeniden inşa etmek isteyen çocukların anılarına hakaret ettiniz. Bizim inandığımız Çerkeslik “Onur candan önce gelir” der ve “Çerkeslik insanlıktır” diye devam eder. Bizim yoldaşlarımız, insanlık onurunu en üst seviyede tutarak savaşın yaktığı kentlere su olmaya, çocukları güldürmeye gidiyorlardı. Bu onuru, canlarından önce sayıyorlardı. Bunu da, sizin zalimleştirdiğiniz kişilerin bombalarıyla şehit olarak hepinize gösterdiler. “Çerkeslik İnsanlıktır” şiarını en önde, tereddütsüz ve onurla taşıdılar. Taşırken katledildiler. Katilleri, sizsiniz. Sizsiniz çünkü zalime sustunuz, yetmedi; aynı dili konuştunuz. Yetmedi, öyle güzel insanlara “terörist” algısı yaratma çabalarının bir parçası oldunuz. Yetmedi, zulümü onayladınız. Yetmedi, küfür ettiniz. Çirkinleştiniz. Onurunuzu sattınız. Kendini yoldaşlarımızın arasında patlatan zavallı, sadece zavallı bir araçtı. O aracı tetikleyense, kuruşlarınızla güçlendirdiğiniz tetikçi anlayıştı. O tetiği tutan sizdiniz. Katil sizsiniz. Sizi asla unutmayacağım. Bugün konuştuğunuz hiçbir şeyin yok olmasına izin vermeyeceğim.

Ama sanmayın ki şehitlerimizin anısı silinecek, kavgası bitecek. Sizin aracınızla katlettiğimiz yoldaşlarımızın kanı, öldükleri yerde buluştu ya. Biz de, bunun anısıyla pratikte birleşecek ve sizin gibi zalimleri yeryüzünden silene dek mücadele vereceğiz.

Sindiğiniz izbe köleşerin küfü oldunuz,
siz o küfün kölelerisiniz ve biz sizi kendinizi çürütmeye mahkum ediyoruz.

Jıneps Gazetesi / Ağustos 2015 : BİZE KAYBEDECEK HİÇBİR ŞEY BIRAKMADINIZ.

Ben şantiye çıkışlı bir harita işçisiyim. Bize, sektörde “alaylı” derler. Yani bu, yaptığımız işin bir üniversite diploması aracılığıyla sınav çözdüren bir ezbere sistemle değilde, aksine uygulama alanı olan şantiyenin tozuyla toprağıyla öğrendiğimiz anlamını yükler. Anlayacağınız, harita işinin şantiyedeki en alt seviyesinden başladım mesleğe, şimdi ise İstanbul’da olmak adına, şantiyede toz toprak yutarak aldığım haritacı alaylı diplomasını rafa kaldırıp, henüz bir çocukken yine şantiyesinde toz toprak yutarak “alaylı” olduğum elektrik sektörüne girdim. İş hayatım boyunca, şantiyelerin insan bünyesini zorlayan yapılarında her türlü aşağılama ve sömürüye maruz kalıp; hiç sesi soluğu çıkmayan insanlarını garipsedim. Ben kendim, aynı sektörlerde defalarca, küçük-büyük, genel-kişisel çatışmalardan ötürü nice şantiye değiştirdim. Nice kavga verdim. Fakat  en sonunda, her zaman duruşumu korudum. Bir insan olduğumu ve bana insan gibi davranılması istemimi hiçbir zaman rafa kaldırmadım. Çok borcum oldu, ama hiçbir borcum beni satın almadı. Kendini borçlarına, çeşitli ajitasyon biçimleriyle süsleyerek nasıl kiraladığını anlatan insanlara hiç hak vermedim, asla hak vermeyeceğim. İstanbul’da olmak adına seçimim beni ekonomik olarak bir sürü çıkmaza sürüklese de, elbette bunun belirli sebepleri var. İlk başta, Haritacılık çoğu zaman günün 8 saati uygulamada olmak üzere 24 saati şantiyede olmaktır ve bu süreç genelde ayda en az 28 gün sürer. Yani, ayda 28 gün 24 saat işyerinde olursunuz ve bunun sadece 8 saatlik bedeli size ödenir. Fakat bu durumdan dolayı bu 8 saatin ücreti elbette biraz iyileştirilmiş olur. Boşversenize! Ne kadar iyi bir ücret, beni günde 16 saat, ayda 28 gün sevdiğim insanlardan alıkoymayı normalleştirebilir? İşte birinci sebebim buydu. Ben kazandığım ücreti, sevdiklerimle birlikte tüketebilmeyi istiyordum ve 2.000 tl ücretle sevdiklerimden uzaklaştırılacağım bir ücretten daha cazip geldi bana aylık 1.000 tl ücret. Hemde, 2.000 tl içinde ne kira, ne su, ne elektrik, ne gıda-beslenme masrafı yokken, aylık 1.000 tl içine hepsi birden eklenmiş hali olsa bile daha cazip geldi. Bu da benim fazla para kazanmak adına, az hayat yaşama olan itirazımın mütevazi bir göstergesi olsun. Her neyse, uzun süre yurtdışı da olmak üzere yurtiçinde de zamanımın çoğunu işe harcadığım böyle zamanlar oldu. İşte bu zamanlarda, azıcık daha fazla kazanmak uğruna herşeye gözünü yuman ve kendilerine reva görülmüş bu rezil geleceğe sessizleşen işçi sürülerini hep hayret ettim. Bu patron yalakaları, göze girebilmek ve  sefil konumlarını sağlamlaştırabilmek adına kendi iş arkadaşlarına gözlerini kırpmadan ihanet ederken, nedense ilk fırsatta tapındıkları o yerlerden uzaklaştırılan ilk kişiler olabildiler. Şimdi, İstanbul’da; hayata daha fazla katılabilmek adına, hayatı daha fazla etkileyebilmek, genel çerçevelerle, kimliğimi ve sınıfımı siyasal anlamda daha güçlü savunabilmek için bulunuyorum. Ekonomik ve sosyal riskler alıyorum, küçük politik çıkarlar uğruna büyük bir harekete dönüşme yolumuza taş koyan, yosun tutmuş eski yoldaşların hallerine hüzünleniyorum. Ne garip? Henüz kimlik olarak gelebildiğimiz ileri 2 adımlık yol. Daha çok yol yürümemiz lazımken, bu gelinen yolda bulundukları konuma tapınan insanların ileriye giden her yola, daha dün direndikleri üslubun aynı şekliyle saldırmaları. Allah bunları görüyor ya, tarih de yazsın diye uğraşıyorum. Halkımız; kişisel hırslarına engel olamayıp toplumsal ilerlememize saldıranların bu onursuzluklarını hiç unutmasın. İşte İstanbul’da, küçük bir esnafta, alaylı bir elektrikçi olarak çalışıp asgari ücretle, ev kirası, elektrik faturası, doğalgaz faturası, su faturası, kedi-köpek maması ücretlerine karşı direnişimin ana teması bu. Benim gibi düşünen ve davayı kişisel düşüncelerden, toplumsal harekete aktaran ve kendi egosunu ezerek, toplumunda bir değer yaratmaya çalışan insanlarla birlikte, halkımız adına, diğer halklarla kardeşlik ve barış içinde bir mücadelenin bu coğrafyada tüm insanlara kazandıracağı bir eşitlik ve özgürlük davası. Hepimiz biraz daha fedakar olmalıyız, çünkü fedakarlık olmayınca ve birileri fedakarlıklarda bulunmayınca bu yola dost görünümlü düşmanlar dahil olmak üzere kötü insanların koydukları taşları temizlemesi zor oluyor. Zaman alıyor. Şimdi, kaybedecek hiçbir şey bırakmadığınız bu gençlere kulak verin ve emin olun. Bize kaybedilecek hiçbir şey bırakmadınız, oysa biz size tekrar kazanabileceğimiz bir kimlikten umut veriyoruz. Gelin hep birlikte, yarınlara güzel bir miras bırakalım.

Tsey Murat, çevre zevatı ve küme ahlaksızlara cevap:

Anti-Faşist Çerkeslerin geçtiğimiz günlerde, bugün savunduğunuz Halis Din’in gönderisini paylaştığı an gördük. Bizzat bu şahsın sayfasına girerek, hiçbir çarpıtılmaya maruz kalmamış halini de okuduk. Anti-Faşist Çerkeslerin paylaştığı resim ile, Halis Din’in paylaştığı gönderi arasında hiçbir fark yoktu. Peki şimdi sizin bu, sahip çıkmak adına; yalana ölesiye tutunduğunuz başkanınız, ilgili gönderisini neden sildiğini açıklayabilecek mi? Bakın, zaten yeterince kötü insanlarsınız, daha kötüsü olmaya çabalamanız da gerçekten ilginç. Sizleri epeydir tanırım, bilirim. Cemal Demirok ve Ümit Örten koordineli 21 Mayıs (bahsettiğiniz) etkinliğinizi de dün gibi hatırlarım. O gün, kim kiminle görüşmüş, kim kiminle neyi planlamış; Konsolosluk önüne koyduğunuz çelenki kim yaptırmış, size kim iletmiş çok iyi bilirim. Peki şimdi bu neyin telaşından doğan bir hafızasızlıktır ki; elinize yüzünüze bulaştırdığınız bu konudan bile medet umar oldunuz? Herkesi bilmem, ama adımızın önünde doğma bir Çerkeslik öneki var, işte benim sırtımda; hayatım boyunca tek leke sürmeden, onurlu ve şerefli bir şekilde bugüne kadar üzerimde taşıdığım ve büyüklerimin “başınızı kesseler yalan atmayın” nasihatleriyle süslediğim bu Çerkesliğimin yüzümdeki yansımasında, zifiri karasınız. Öyle olmaya, böyle anılmaya da mahkumsunuz. Siz toysanız ben hatırlatayım; ÇHİ’den başlayan bu serüveniniz, kendini 40’a bölüp, her birisi bugün farklı bir teneke sesi çıkarsa da, aynı ebenin dünyaya çektiklerisiniz. Yolunuz bir, aynı yere yürüyor. Her dilde yalan atmaya yelteniyorsunuz. Anti-Faşist Çerkesleri ve onun paylaşımı altından yayılan herkesi “Hukuki Süreç” ile tehdit ediyorsunuz? Hakkaten de bir o kalmıştı. Siz avaz avaz yalanlar atarken, çeperleriniz gani gani tehditler ve küfürler savuruyordu. Siz her yeri ararken, dostlarınız “Ayyıldız” isminde şeylerle, bazı sayfalarda adımızı sözde hedeflere koyuyordu. Şimdi herşey bitti, bir o kaldı. Açıkça davet ediyorum, eğer birazcık adamsanız, sözünüzü tutacak kadar mertseniz buyrun beni mahkemeye verin. Anti-Faşist Çerkeslerin Halis Din ile ilgili yaptığı paylaşımı üstleniyorum. Gördüm, şahidim.  Ekran resmi alınarak yayınlanmış materyal olduğu gibi gerçek, ölülerin arkasından, ölülerin miraslarına/anılarına karşı, ailelerini ve sevenlerini incitecek, onları öfklelendirecek ve toplumda intifal yaratacak türden çirkin, nefret söylemleriyle kuşanmış ve kışkırtıcıydı. Hatta, yalanını ölümüne savunduğunuz başkanınız o yayını silmesine rağmen ve hatta “kendi tükürdüğünü yalamak” deyimine anlam katacak türden yaptığı ikinci paylaşımı altına, ilk paylaşımının etkisi sürdü. Hepsini sildiniz. Pisliğinizi saklamaya çalıştınız. Fakat o kadar kirliydi ki, o pisliği saklayamazsınız. Yapmanız gereken pisliği saklamak değil, bizzat ortaya çıkarmak ve temizlemektir. Özür dilemesi gereken insanlara cesaret veriyorsunuz. Günlerdir, içinde kümelendiğiniz ve toplam oyunun bilmem kaçını Laz adayının aldığı partinizin içerisinde adeta “militarize” ettiğiniz insanlar bizlere “ölüm” tehditleri dahil, insan onuruna yakışmayacak nice gönderiler paylaştılar. Biz onların seviyesinde değiliz. Fakat, yalan kapatma girişiminizle anlaşılıyor ki; sizin seviyeniz de, onlarınkinden farklı değil. Aynı seviyeyi paylaşıyorsunuz. Tekrar söylüyorum; bahsi geçen paylaşımın doğruluğuna şahidim ve o kadar eminim ki; üstleniyorum. Lütfen hiç gecikmeden hukuki süreci başlatın.

Devletin "AHLAKSIZ" Çerkeslerine karşı, Halkların "ONURLU" Çerkesleriyiz!

Devletin “AHLAKSIZ” Çerkeslerine karşı, Halkların “ONURLU” Çerkesleriyiz!

Son yıllar, “yüce devletin” pimini çektiği bazı Çerkesler, yırtık çoraptan fırlayan parmak misali çıktılar karşımıza. Bizleri sindirmek için her yolu denediler, bizleri yıldırmak için her pisliğe bulaştılar, bizleri susturmak için her kapıyı dolaştılar. Gördük ki, efendilerinin arzularını yerine getirmek için yapmayacakları şey kalmamış. Fakat olmadı! Dosta ve düşmana ilan ettiğimiz gibi, bizler de hemen yılmayacağımızı, sonuna kadar direneceğimizi gösterdik onlara.  Her geçen gün yurdumuza ve insanlığa bir adım atmaya başladık. Bizi duymayanlar, duydu. Bizi görmezden gelenler, gördü. Asırlık sessizliğimiz, kardeşlik çığlığıyla yardı halkımızın geleceğine örülen karanlık duvarı. Artık daha duyulur, daha görülür, daha sesli bir kimlik anlayışı; eşitlik kavramıyla yanyana; düşmanlıklar üreten politikaları sarsacak biçimde konumlanmaya başladı. Kime neden düşmanlık ettiğimizi sorduk, sordurduk. Ermeniler neden bizim düşmanımızdı? ya da Kürtler, ya da Rumlar ya da nice güzel halk? Neyi paylaşamıyor olabilirdik? Her birimizin iliğini kurutan anlayış, dilimizi susturan, tarihimizi çarpıtan, geleceğimizi törpüleyen, geleceğimizi silikleştiren, geleceğimizi sessizleştiren anlayış aynı değil miydi? Biz konuştukça, kardeşlik güçleniyordu. Bu kimliği temsil eden karanlığı yardık, aydınlık bir kere düştü onların karanlığı ortasında. Çıldırmış ite döndüler. Bunu her yerde gösterdiler. Küfür ederek susturmak istediler, yalan atarak karalamak istediler. Tehdit ederek korkutmak istediler. Ama ne yaptılarsa olmadı. Bu ülkede sınıfsal ve kimliksel adalet istedik, cinsiyet eşitliği istedik, eşitlik istedik! Özgürlük istedik. Kim bunları istediyse, onların yanına koştuk. Yoldaş olduk. Bir yol bulduk, o yolda yürüdük. Biz yürüdükçe karanlık aralandı, aralanan karanlık ortasında, “Çerkeslik İnsanlıktır” diyen bir aydınlık parıldadı. Biz o aydınlığı, atalarımızdan; çocuklarımıza teslim etmek üzere ödünç almıştık. Tüm bunlarla birlikte, tarihsel yurdumuza da yakınlaşmaya başladık. Gördük ki, yurdumuza yakınlaştıkça, buradaki hastalıklarımız eriyor. Burada egemenlerin halkımıza yazdığı yalan tarih ortaya çıktıkça, paramiliter zihniyetlerde kümelenmiş Çerkeslik anlayışı dağılıyordu. Daha çok tutunduk. Biz tutundukça; dünyada olup bitene sesi çıkmayan pısırık Çerkes modeli, yerini direnişin en ön saflarında yer alan cesur Çerkes modeline bırakıyordu. Bu mücadelenin en güzel yüz metresini koştuğumuz arkadaşlarımız; 
21nci yüzyılın bölgemizde veba gibi yayılan barbar örgütlerince harabeye çevrilmiş umutlar bölgesi Rojawa’daki çocuklara gülücük olmaya karar verdiler. Bohçalarına, bölüşecekleri ekmeği.. Çantalarına çocukları için oyuncakları koydular, yola düştüler. Okullar kurmak ve bölgeye umut vaadeden Rojawa’ya sahip çıkmak için. İşte tam bu sırada, Suruç’tan bir kara haber düştü içimize. Ciğerimiz yandı! Daha adil, daha eşit ve daha özgür bir dünya için omuz omuza verdiğimiz yoldaşlarımızı katletmişlerdi. Yalanlarıyla, baskılarıyla, tehditleriyle, yıldırma politikalarıyla durduramadıkları çocukları, silahlarıyla, bombalarıyla vurmuşlardı. Bu aydınlığa karşı işlenen soykırımın bir parçasıydı. Bizler de bu soykırımın en büyük mağdurlarıyız. Fakat, bölgeye ışık saçan bu hareketin karartılmasına asla müsaade etmek niyetinde değiliz. “Bir ölür, bin doğarız” bunu da dosta düşmana karşı tekrar iletmek, bildirmek isterim. Yalanlarız, baskılarınız, tehditleriniz nasıl vız geldiyse bugüne kadar, silahlarınız, bombalarınız da öyledir. Katliam girişimleriniz bizi korkutmaktan ziyade, içimizdeki öfkenin ateşini harlamakta ve bizleri bu kavgayada daha sıkı tutundurmaktadır. Bu uğurda hiç yılmayacağız, adaletten ve eşitlikten asla vazgeçmeyeceğiz. Kardeşlerimizi ne Rojawa’da ne Türkiye’de ne de K. Irak’ta asla yalnız bırakmayacağız. Devletin  Ahlaksız Çerkesleri, ölülerimizin arkasından bile ağza gelmeyecek laflar ederken hatırlatmak isteriz, daha düne kadar bizlere “Xabze” diye, göz yummayı tembihleyenler, sessiz kalmayı öğütleyenler; işte bu alçak namussuzların doğumunun ebeleridir. Onların, tüm insanlık değerlerini hiçe sayarak; egemenlerin faşist politikalarını en sadık köpekler olarak sahiplenmeleriyse; onlara cesaret veren efendileridir. Fakat “ok yaydan çıkalı” çok zaman geçti. Biz; dünyada adaleti ve eşitliği bölgede kardeşliği bağırmaya başlayalı, çok şey değişti. Siz nasıl devletin ahlaksız çerkesleri olduysanız, biz de halkların onurlu Çerkesleri olduk çoktandır. Çoktandır sizin açtığınız yaralara tuz bastık biz. Siz sindiğiniz köşelerden varın, istediğiniz kadar havlayın. Varın ölümümüz arkasından bayram edin ey köpekler! Sizin gibi, bir kab yemek uğruna şerefini ve onuru satanların yolunda olmayacağız. Onurumuz için ölenler olacağız. Siz alçaklığınızla, biz onurumuzla anılacağız. Alçaklık sizin, ölüm de bizim kaderimiz olsun. Siz 70 yıllık ömrünüzde ekmeğiniz için onurunuzu satın, biz şu kısacık ömrümüzde onurumuz için ekmeğimizden vazgeçmeye hazırız ve emin olun, son sözü biz söyleyeceğiz! Biz Söyleyeceğiz! BİZ SÖYLEYECEĞİZ!

Söz konusu Şamil olduğunda; hepimiz kardeş oluyoruz öyle mi?

Bir kaç gün önce, sosyal medya hesabımdan bir yazı paylaştım. Yazıyı da, 20 Temmuz Suruç katliamından hemen sonra, saldırıda şehit edilen kardeşlerimize edilen küfürleri, hakaretleri okuduktan sonra, planlamadan yazmıştım. O yüzden burada yayınlamadım. Fakat demek ki bir çok insan, aynı manzaradan dertlenmişti ki, yazı genel paylaşım kitlemin ötesinde birilerine ulaştı. Sonra Pangea Kültür’den tanıdığım yoldaş İlknur, idare ettikleri direnisteyiz.org sayfasından bu yazıyı paylaşmak için müsaade istedi ve bende elbette buna müsaade ettim. Benim paylaştığım yazının herhangi bir başlığı olmasa da, İlknur; yazıda kullandığım metafora uygun bir başlık attı. “Ya Şamil’in torunusun, ya Nartan’ın yoldaşı! Söyle: Kimsin sen?” diye. İşte bu andan itibaren Suruç Katliamını açıkça onaylayan, yoldaşlarımıza alenen veya dolaylı olarak hakaret eden ve onların paralel düşüncesinde, tüm bu katliamı yok sayan birileri; bir anda duyarlı oluverdi ve yazımın paylaşıldığı tüm ortamlarda sözde beni milliyetçilikle itham etti. Çok kolaydı değil mi beni milliyetçi ilan etmek. Siz, çevrenizde devletin ve devletin beslediği terör örgütü mensuplarının planlı ve programlı şekilde silahsız yurttaşlara yaptığı tüm bu katliamlara sessiz kalırken ve söz konusu Şamil’e geldiğinde hemen duyarlılaşanlar, beni milliyetçi ilan etmeden önce kendinizi bir araştırın. Sözüm ona, facebook sosyalisti birileri de; sanki şamil’in benim yazımda kullandığım metaforu ben yaratmışım gibi benim yok etmemi (haliyle yok etmemi değil, bunu görmememi, bunu konuşmamamı) istemiş, buna karşılık verdiğim cevaba verecek cevap bulamayınca da beni “yeni yetme solcu” ilan etti. Komediye bakın, kendileri yaşlarından aldıkları anormal bir yetkiyle kendilerinden küçük olan birilerini aşağılamanın kolayını bulmuşlar. Fakat haberleri olsaydı bir sosyalist olmadığımın, belki bu talihsiz açıklamayı yapmayabilirlerdi. Halbuki benimle konuşan pek çoğu ve elbette kendisi de bilir ki, ben sosyalist değilim. Neyse.

Şimdi de, Şeyh Şamil metaforundan yola çıkarak, kardeşliğe verdiğim zarara ilişkin ek bir not yazmam gerekti. Zira, ben Çeçen, Çerkes kardeşliğine zarar veriyorum ya, işte o yüzden. Söz konusu Nartan olduğunda, bugün kardeşliğimizi böldüğümü bangır bangır bağıran bazı Çeçen arkadaşlar, söz konusu Nartan olduğunda, söz konusu Tsey Mahmut olduğunda, Soçentsuk Aliy olduğunda, Yusuf olduğunda neden kardeşimiz olmayı akıl edemediler. Neden, zalimlerin bu zulümlerine tek kelime etmediniz? Biz biliyoruz ki, Çeçenler bizim kardeşimizdir ve Şamil, ne metafor olarak ne de tarihte düşmanına teslim olup hacca giden bir savaşçı olarak bizim kardeşliğimizin bağlayıcısı, sonlandırıcısı olmayacaktır. Kaldı ki, Şamil’in Çeçen olduğu da bir tartışma konusudur fakat biz öyle varsaysak bile Çeçenlerle kardeşlik bağlarına sahibiz. Aynı şekilde, bazı Çeçen örgütlerin Beslan’da baskın yaptıkları okulda öldürdükleri Oset çocuklarının da kardeşliğine sahibiz. Aynı şekilde Çeçenistan’dan Suriye’ye geçerek, amansız bir savaşta en iyi katil olmayı sürdüren Çeçen Hilafetçilerin katlettiği Alevilerin de kardeşliğine sahibiz. Sizden, bizden ve bölge egemenlerinin neredeyse hepsinden küfür işiten Kürtlerin de kardeşliğine sahibiz. Biz, makro adaletçi ve eşitlikçiyiz. Beni mikromilliyetçi gibi absürd bir kelimeyle yanyana getirmeye, hiçbirinizin anıları yetmez. Asıl milliyetçi sizsiniz, fakat milliyetçiliğiniz bile özürlü. Türk jargonuyla kuşandığınız Çeçen/Çerkes milliyetçiliğiniz, bütün ucubeliğine rağmen sizi dik tutan tek şeyse, onunla birlikte yerin dibine batın. Battığınız yerde boğulun.

Barbar örgütün, Çerkes üyeleri…

Bizim “BARIŞ” çığlıklarımızı “TERÖRİZM” olarak adlandıran bazı insanlar, İnsanları topluca kurşuna dizmekle, başlarını kesmekle, kadınları pazarlarda köle olarak satmakla nam salmış bir barbar örgütün içerisinde Silahla yatıp, Silaha secde eden gerçek terörist ÇERKESLERE karşı neden tek kelime etmezler bilir misiniz?

Bizim “KARDEŞLİK” çığlıklarımızı “PROVAKATÖRLÜK” olarak velveleye veren bazı insanlar, din istismarlarıyla insanları cinayete sevk eden bazı örgütleri ve o örgütü açık seçik destekleyen siyasi akımlları neden hiç görmezler ve onun politik jargonunu kuşanırlar bilir misiniz?

Çünkü asıl terörist onlar, çünkü dini istismar ederek gençlerimizi “İnsan başı kesecek, toplu infaz yapacak, pazarda kadın satacak” militarizme sevk ediyorlar.

Çünkü asıl provakatörler onlar, “Çerkeslik İnsanlıktır” diyen ataların çocuklarını, İnsanlığı katleden canavarlara çeviriyorlar.

Öfkeliyim, hüzünlüyüm, acı çekiyorum..!

Daha bir kaç gün önce yine buradan Rojava’ya gidişlerini selamladığımız yoldaşlarımızın dün ölüm haberlerini aldık. 32 ölü, 32si de ölümüzdür. 32si de kardeşimizdir, 32si de yoldaşımızdır ve 32si de şehidimizdir, hiçbiri bir diğerinden daha iyi olamazdı çünkü hepsi melekti. Çocuklara oyuncak ve umut, kadınlara gıda ve sağlık malzemesi taşıyorlardı. Hiçbirisi, bizden kötü değildi. En az bizim kadar iyiydi hepsi. Dün gece yüreğime düşen ateş, öfkemle harmanlı. Hiçbir şey yapamıyor olmanın muazzam acısını çekiyorum. Acı çekiyorum! 32 meleği, elimiz ellerine değerken, gözümüz gözlerine bakarken, göz göre göre aldılar götürdüler hayatımızdan. Acı çekiyorum çünkü; hala ölümün arkasından iğrençliğinden zerre sapmamış bir cehalet kabusu çökmeye çabalıyor. Katillere, dünya tarihinde eşi benzeri olmayan katliamlarına destek olunsun diye tırlar dolusu silah gönderilirken tek kelime etmeyen bu kabus sürüsü, çocuklara umut olsun diye oyuncaklar taşınırken ölen ölülerimizin arkasından şeytanın bile etmeyeceği kelimeler savuruyorlar cesur cesur. Bunlara o cesareti verenleri biliyoruz, yıllardır onlara karşı mücadele ediyoruz çünkü. Sabır taşımız Suruç’ta çatlarken öfkemiz hiçbir masumun tırnağına zarar gelmesin diye içimizden kendimizi parçalıyor.

Daha bir kaç hafta önce, Çatalkaya’da barışın umudunu konuşarak tekrar buluşmak üzere ayrıldığımız yoldaşlarımız, tabutlar içinde Sabiha Gökçen’e indirildi. Bir kaç hafta, bir kaç hafta sonraya randevulaşmıştık. Barışa katkı, demokrasiye güç, adalete hizmet etmek için oturup konuşmuştuk, bunları nasıl gerçekleştireceğimizi düşünüyorduk. Daha bir kaç gün önce, Suruç’taki çocuklara sıcacık sevgimizi taşısın diye umduğumuz yoldaşlarımızın bugün arkasından okunan rahmeti işitiyoruz.

Öfkeliyim, hüzünlüyüm… acı çekiyorum!

Rojava'ya bin selam!

Ortadoğuyu kan gölüne çevirmek isteyen faşistlerin en kanlı silahlarıyla kuşanmış en vahşi ucubelerine karşı insanlık onurunun en üst savunmasında bulunarak bu topraklardaki umudu muzaffer kılan Rojava’nın özgürlük şahinleri! Size, bu halkın içerisinde kendi değerlerini en üst seviyede yaşayan dostlarımızı yolluyoruz!  Size bu dostlarımızla, en sıcak selamlarımızı ve teşekkürlerimizi gönderiyoruz ve bugüne kadar nasıl bir dayanışma içerisinde olduysak, dayanışmamızı daha da yükselteceğimizi bilmenizi istiyoruz. Biz sizin, bizi de kapsayan bir insanlık savaşında; nelerden fedakarlıklarda bulunduğunuzu biliyoruz. Biliyoruz ki; sizlerin oradaki direnişi bu topraklar üzerinde yaşayan bütün halklara ve elbette biz Çerkeslere bir umut vaadetti. Bir arada, adil, eşit ve özgür şekilde yaşayabileceğimizi, tüm dünyanın faşistleri tarafından açıkça veya gizlice desteklenen insanlık zerresi kalmamış barbarlara karşı savaşırken bile haykırdınız. İşte bugün yola çıkan dostlarımız, bu büyüklüğünüz ve olgunluğunuzdan ötürü sizlere bizim ve bizim temsil ettiğimiz toplumsal değerlerimizi paylaşan diğer Çerkesler adına açıkça teşekkür edecektir. Siz de bilin; Biz bugün  Türkiye’de ve vatanımızda bu onurlu savaşınızda sizlerin yanındayız ve bugün her türlü fedakarlıkta bulunmaya, sizlerle güzel bir yarını yaşatmak adına, gerekirse ölmeye bile hazırız.

Yaşasın Rojava,
Rojava yaşadıkça, insanlık ölmeyecek!
Yaşasın İnsanlık.