Türkiye Büyük Tayyip Meclisi

Yazının başlığını yazarken, aklımda hep ‘Türkiye Büyük Tayyip Meclisi’ ifadesi vardı. Hatta bir ara yazdım, sonra düşündüm… Başıma bela açar mıyım diye? Sildim. TBTM yapayım dedim, hiç olmasa bir sorun çıkarsa inkar etmek istersem bir yol olsun diye. Az sonra aşağıda okuyacağınız düşüncelerimin çoğunu da yazmıştım.

Ben yazıyordum, müzik çalıyordu…  Grup Emeğe Ezgi, Nazım Usta’nın “Kerem gibi” şiirindeki şu mısraları haykırıyordu:

“Ben yanmazsam
sen yanmazsan
biz yanmazsak,
nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa”

Hemen bir sigara yaktım, kendime de kızdım açıkçası. İçimden Nazım Usta’ya bağırdım:

KARANLIKLAR AYDINLIĞA ÇIKSIN DİYE,
VARSIN ATEŞ İLK BENİ YAKSIN İSTERSE!

Herşey 22 Şubat 2003’de bugün “anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz” diye açıklama yapan bir partinin o zaman ki genel başkanının demokrasi sevdası ile başlamış. Kendisi de zaten sonra o bilgiyi teyit etmiş. Ben tabi o zamanlar pek anlamam bu demokrasi işlerinden. Her sabah “ne mutlu Türküm diyene” diyerek bağırıp, Çerkes olduğumu bilmemin yarattığı acayip bir şizofreni ile atalarımın dışarıdan getirdiği kültürel mihrakların, bana eğitimle içeride aşılanan ulusal mihrakların birbiri ile arasındaki derin çelişkilerdeyim. Daha 16 yaşımı doldurmamışım. Ne mutlu türküm diyene diyerek bağıran bir Çerkes olmanın çocukça şokundayım, derslerimi bile anlamıyorum ki demokrasiyi anlayayım. İşte kısacası, henüz benim demokrasi ne pek bir fikrim yokken, dün katil dediğine bugün “hakkını helal eden” bir partinin  o zaman ki başkanının demokrasi sevdası ile başlamış herşey.

Ortada gezen davanın ilk adımı bu. Dava da belli, hiç kimse de kendini kandırmasın boş yere. Teori eyleme geçmiş, eylem kendini ifade etmiş, bugün izahı seyroluyor. Yine de bir ipucu vereyim: Dava fiilen yürürlükte, fakat kendine hukuki bir altyapı arıyor.

Deniz amcanın yaşı malumumuz, o zaman da bizim ki kadar genç değil tabi, kim bilir Diktatör’ün D’sini Demokrasi sanmışta olabilir.  Kabul, meclisin en yaşlı üyesi derim, yaşı kemale ermiş, artık gözü pek iyi görmüyor derim; 2003’ü sineme çekerim ben

Ee peki Kemal abi? Ya sen.. sende mi gözlüğünün arkasına sığınıp hareket edeceksin? Sende mi görmüyorsun ortada dönen kirli dolabı! Dokunulmazlık değil o, Diktatörlük diktatörlük! Dokunulmazlıklara “evet” vereceğim diye, göz göre göre Diktatörlüğe “evet” diyeceksin.

Sırf yüzde 1 oy kaybetmeyeyim diye, yüzde 1 oy kazanayım diye “evet” diyeceğim diyorsun, deme!

Biz yanarız, sorun değil.

“Diyorum ki sana:
Kerem gibi kül olayım
yana yana!

ben yanmazsam
sen yanmazsan
biz yanmazsak
nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?”

Gözünle görüyorsun yalan değil. Seçilmiş hükümet bu, seçilmiş hükümet! Derler ki Türkiye’de seçimle gelen hükümet, seçimle gider! Onlar söyledi hep…

Bunlar ilk geldiğinde ordu muhtıralarını ezip hapse tıktılar, kendi arkadaşlarını çiğneyip sokağa attılar, kol kola gezdiklerini rezil rüsva yaptılar hep dedikler ki; seçimle gelen seçimle gider!

Dün seçimle gelen, emirle gitmedi mi?

Gözümüzün önünde, devlet olan, yasa olan, meşru olan, bayrağın rengini, ülkenin şeklini koruyan yasaların anası eziliyor kim dur diyebiliyor?

Cumhur Tayyip, Meclis Tayyip, Ordu Tayyip, Mahkeme, savcı hepsi Tayyip!

Fiilen Türkiye Büyük Tayyip Meclisinde, sipariş yasa üretme memuru haline dönüyorsunuz! Buna mı evet diyeceksiniz?

Eğer derseniz, biz de resmen Tayyip Cumhuriyetinin açık cezaevinden size lanet edeceğiz.

Mikro Feminizm – Giriş

Yaklaşık 3-5 yıldır Çerkesler içerisinde rastlaya rastlaya aşina olduğumuz şu “mikro” tanımını Feminizm üzerinden üstelik “makro” karşılığını da koyarak okuyalım biraz. Bunun için benim 2 büyük, sayısız küçük sebebim var açıkçası.

Birinci büyük sebebim:  Hayattaki tek kimliğim Çerkes olmak değil. 
İkinci büyük sebebim: Hayattaki tek mücadelem Anarşizm de değil. 

Aslında bu iki durum, yani  “tek kimlik, tek mücadele durumu” hiçbirimiz için geçerli değil. Fakat çoğu kimseler ne taşıdığı kimlikleri düşünürler, ne verdikleri mücadeleyi umursarar; bu ikisi arasında serüvenden arta kalan bir “aç kalmama”  haline şükür durumunda sıkışırlar vesselam! Şimdi gündelik olarak hayatı yaşayan sıradan bir insanın taşıdığı kimlikleri anlatmam çok sıkıcı olacağından, ben bu yazıyı toplumun üstünden adeta “tereyağından kıl çeker” gibi alarak, asıl yerine taşıyayım isterseniz.
Biliyorsunuz (ya da şimdi öğreneceksiniz) bu günlükte çoğunlukla Çerkeslerle ilgili yazılarım yayınlanır. Az yukarıda ortaya attığım 2 büyük sebebin  ilki bu duruma yönelik. İkinci büyük sebebim ise ideolojik olarak Anarşist olmamla ilgili. 
Konumuz Feminizm,
Aslında konumuzun Çerkesler içinde, Anarşistler içinde bir değeri var, anarşistler zaten bunu inkar edemez. Çerkeslerin içinden ise emin olun, 60 farklı bakış açısı çıkar. Burada daha fazla Anarşizmin Feminizmle ilişkisini anlatmayı kendime hakaret sayarım, bilmeyen de kendisi gidip her yerden öğrenebilir, fakat buraya Çerkesler üzerinden yayınlarım yüzünden gelip, feminizme orta seviyeden girerek “ben şok” durumu yaşayacak Çerkeslerin olabilme ihtimalinin yüksekliği ile çok küçük bir açıklama yapmak durumundayım.
Çerkesler İnsandır (garip değil mi? uzaylı da olabilirdi.) ve nüfusunun yüzde 50’si kadındır. Kısacası; kadına yönelik her gelişmeden,  kadına yönelik her çalışmadan, her mücadeleden doğrudan ilişkileri bu yönden bulunmaktadır. 
Neyse! Şimdi bu iki sebeple hiçbir ilişkisi olmayan feministleri sıkmayıp konumuza dönelim.
Feminizmin çeşit çeşit, tür tür açıklamalarına rağmen (itiraz hakkı hep var) en kısa açıklamasını yapmaya çalışayım size; feminizm (insan üzerinden) yeryüzünün gelmiş-geçmiş en büyük sömürgeci anlayışına karşı bir devrim kalkışmasıdır. 
Ayrıca kendini kadın üzerinden tanımlamıştır, evet!
Çünkü kadın, kendisine dayatılan yaşama biçimi olarak; dünyada sömürülen en büyük sınıftır. 
Ayrıca mücadelesini erkeğin dünyasına karşı konumlandırmıştır, evet!
Çünkü erkeğin dünyası, herşeyin kendine ait olduğu felsefesi üzerine kurulu; bir sömürgeci anlayıştır. 
İşte tam bu noktada açıklamam gereği hissettim en büyük düşüncem, bu tanımlama ve mücadele içerisinde adı geçen kadın ve erkeğin yalnızca cinsiyet üzerinden açıklanamayacağıdır. Çünkü feminizmin mücadele ettiği erkek kurumsal bir varlıktır. Feminizmin kendini tanımladığı kadın politik bir varlıktır. Feminizm bir cinsiyet savaşı değildir. 
İşte tam bu noktada, bana “Mikro Feminizm”i yazdıran ayrıntıların en geneli oluşmaktadır.

Feminizm ve Cinsiyet Mikrosu 
Erkek egemenliğinin kadın üzerindeki baskıcı ve sömürgeci tutumu tartışılmayacak kadar gerçek bir durum. Öyle ki; sözde bilgiye en hızlı ulaştığımız bu çağın içinde, kitaplar okuyup yutarak kendine politik bir aidiyet hissi geliştirmiş anti-emperyalist, anti-faşist, anti-sömürgeci çoğu aydınlar dahi; kendi evleri içinde geleneksel olarak süregelen erkek iktidarını sorgulamayı deneyemediler. Kaldı ki, böyle insanlar bugün toplum içerisinde soyu tükenme noktasında olan bir azınlıktan ötesi değil. Toplumun baskın grupları ise erkeğin kadın üzerindeki egemenliği tartışılmayacak kadar büyük bir tabu.  Hatta adına tam egemenliğe biat diyemesekte, kendini dolaylı yoldan erkeğin gerisine düşüren feministlere de rastlayabiliriz. Nasıl mı? Kas gücü, Harp gücü gibi ifadelelerle. En başta böyle düşünen feministlere; eğer erkek, bir kadın gibi insan doğurabilmenin kas ve harp gücüne sahip olsaydı daha neler yapacaktı kim bilir diye düşünmelerini tavsiye ederim. Fakat onları bu düşünceye sevk eden temel neden, bireyin erkek cinsiyeti ile ilgili olmadığı için, bu konuyu böyle geçiştiremiyorum. Yukarıda bahsettiğim üzere, yaşam üzerinde kendini efendiliğe konumlandırarak kadını sömüren erkek bireyin cinsiyeti değil, kurumsallaşmış bir sömürge mantığıdır. 
Bu kurumsallaşmış erkek, insanın cinsiyeti üzerinden kendini tanımlamış ve bir üst kültür oluşturup, bu üst kültür içerisinde yüzlerce parçaya bölünmüş ve kendini tekrar ederek kökleşmiştir. Yani kısacası; erkekliği kurumsallaştırmıştır. Bu noktadan sonraki erkek cinsiyetsizdir. Tıpkı kendi modern tanrısı gibidir. 
Bu noktada erkeği tanımak çok önemlidir. Çünkü tam bu noktada bin yıllardır tarihle deneyimlediğimiz ancak bir türlü tanıyamadığımız erkeği; insanın apış arasına bakarak arama hatası bizi çoğu defa yanıltan en büyük gerçektir. Çünkü bu kurumsal erkek, bireyin cinsiyeti değil; toplumun üzerinde hastalıklı bir sosyo-politik üst kültürdür ve herkesin  apış arasında aradığı o erkek pipisi, sadece bayrağında bir sembolden ötesi değildir.  İşte bu yüzden ki; apış arasında pipisi olmadığı halde, kurumsal erkeğin fanatiği olmuş çok fazla kadın alt kültürü de vardır. Bireyin cinsiyeti olarak o kadınlara erkek demek imkansızdır, fakat esasta kurumsal erkeğin de en büyük temsilcileri o kadınlardır.

İşte feminizmin karşısına koyduğu erkekte bundan fazlası değildir. Feminizm bireyin cinsiyeti olarak erkek olana değil, sosyo-politik bir hastalık olarak kurumsal erkeğe düşmandır. Kadın mikrosundan feminizme giriş yapan arkadaşlarımızın karşılaştığı “Feministler erkek düşmanı mıdır?” sorusunun en büyük nedeni, bu kurumsal erkeği ıskalamaktan başka sebep taşımıyor.

Bugün Türkiye’de bir çok feminist topluluk; kadın makro görüşü üzerinden hareket ediyorlar. Bunun onları genişleteceğini düşünüyor olabilirler, daha fazla insana, daha hızlı bir şekilde ulaşmayı da umuyor olabilirler.

Kadın makro görüşü ise, makaleme adını verdiğim “mikro feminizm” ta kendisidir. Öyle ki; ” her kadın kızkardeştir ” diyenlerinden her kadını potansiyel bir kızkardeştir demeye getirenlerine çeşit çeşit fikirler çıkıyor. Fakat kurumsal erkeği süregenleştiren ve onun toplumlar üzerinde hastalıklı sosyo-kültürel durumunu nesillere aktaran kadınlardan yeterince söz etmiyor.

Ben edeyim o halde! Erkek üst kültürünün en biricik şubesi olan aile kurumunda, bu kurumu oluşturan üyelerden anne sıfatını taşıyan kişi, baba sıfatını taşıyan kişinin vekilliğini yapıyor. Kendi erkek ve kız çocuklarını ayırıyor, erkek üst kültürünün kadını baskı altına alan bütün şartlarını bir sonraki nesile o aktarıyor. Ahlak, Namus, Hürmet, Hizmet ve daha bir çoğu; kız çocuğuna annesi tarafından aktarılıyor.




devam edecek

Sevgili Sırrı abi

Sevgili ağabeyim,

Sanatta ve siyasette bana çok şey kattınız. Sanattaki ve siyasetteki bana kattıklarınız için  teşekkür ederim. Bu ülkede siz, bizim barış irademizi bir adım bile geri atmadan savundunuz. Karanlığın zifiri gibi üzerinize çökertildiği şu günlerde de, bir adım geri atmadan sergilediğiniz dik duruş; bizim barışa ve kardeşliğe olan inancımızı bir iradeye dönüştürüp neden size verdiğimizin en güzel örneği oluyor.

Sana bir şey itiraf etmek isterim. Şimdi kalkıp bütün ideolojimi de anlatarak can sıkmakta istemem. Ben Anarşistim ve Emma Goldman’ın “Oy vermek bir şeyleri değiştirecek olsaydı, yasaklanırdı” sözünün arkasında bu yaşıma kadar ne HDP’ye ne de başka bir partiye hiç oy vermedim. Belediye seçimleri dahil, kendime bir muhtar bile seçmedim. Kısacası şu büyük demokrasi içinde, bir muhtarım bile olmadı. Sonra öğrendim ki, meğerse bu ülkede oy kullanmamakta bir suçmuş, para cezası varmış. Olsun bakalım. Şu cezalar; belki ben ödemem ama onlar birgün benden, değilse bana ait bir yerden mutlaka tedarik ederler onlar.

İtirafta etmişken, şimdi birileri; oy vermeden irade nasıl temsil edilmiş diye soracaktır.

Anlatayım.

Ben barışa, adalete, özgürlüğe, insanlığa olan irademi bir oya sığdıramadım. Umut ettiğim yarını, hayal ettiğim yaşamı bir tüzüğe sığdıramadım. Kardeşliği, yoldaşlığı; bir programa konumlamadım. Mücadelemi o koca meclise de konduramadım. Zihnimde hep Emma Godman’ın söylediği, dünya tarihinde örneğinden geçilemeyen şu “oy vermek” tanımı dolaştı.

Aşırısı devrimci abilerim oldular sosyalistlerden. Sizi devrim yapmamakla, düzen partisi olmakla itham ediyorlardı. Açıkçası bende sizin HDP olarak sosyalist bir devrim yapacağınızı hiç düşünmedim, bir yerde söylediniz mi takipte etmedim. Sizden bir devrim beklentim yoktu, aslında sosyalist bir devrim beklentim de yok. Zaten devrimin bir partinin veya örgütün kurumsal çatısı altında olacağına da inanmıyorum da. Bana göre devrimi halk yapar, bana göre devrimci bir örgütün de devrimle ilgili yapabileceği tek şey; halkın yaptığı devrimi sahiplenmektir. Türkiye’de halk henüz devrim yapacak seviyeden de oldukça uzak geliyor. Velhasıl lafı çok uzatmadan, sizden ütopyaya varan bir beklentim olmadı. Olmadığı için olsa gerek, Kürt sorununda arifesine kadar geldiğiniz başarı sonrası Emma Goldman’ın belki yanılmış olabileceğini düşünmedim değil. Manipülasyona çok açık bir konu olduğu için açıklamak zorundayım; Kürt sorunu yalnızca Kürtlerin sorunu değil, yalnızca Türklerin de sorunu değil, Kürt sorunu benim de sorunum. Bir çocuk sahibi olmak henüz hayal ettiğim bir şey değil, fakat benim karar vermediğim bir ünvanım var! Ben bir amcayım. Beni nasıl 20 yaşımda zoraki bir şekilde askere götürüp, elime silah verdilerse o’na da yapabilirler. Ben hiç kimseyi öldürmeyecek kadar şanslı biri olmuş olabilirim. Ben hiç kimsenin öldürmediği kadar da şanslı biri olabilirim. Fakat herkes öyle değil. Öyle olsaydı bugün hiç kimse ölmezdi değil mi? Fakat öldüler, ölüyorlar. Televizyonda isimleri bile okunmuyor, istatistik olarak veriliyorlar. Yiğenim Jan 3 yaşında… Üstelik bir onun amcası da değilim. Biz halkların kardeşliği demiyor muyuz? O halde bütün kardeşlerimin her bir çocuğu benim yiğenim değil mi? Türk, Kürt, Laz, Arap? Ben kendimi bütün kardeşlerimin çocuklarının amcası görüyorum. Yiğenlerim ölmesin, yaşasın istiyorum. Bunun vahiyle sağlanamayacağının da farkındayım. Yarın devrim olmayacağını da biliyorum. İşte bu sebeple size verilmiş tüm oyların, devrim yapmayacak olsanız da; Kürt sorununu bitirebileceğine inanmak üzereydim. Gel gelelim her ne kadar medya kartelleri farklı bir algı oluştursa dahi, sizin eksikliğinizden değil de, muhataplarınızın sinsiliğinden Emma Goldman yanılmadı yine.

Aslında Emma Goldman size değil, toplumdaki ezici çoğunluğa güvenmiyordu. İtiraf et ya da etme; Emma haklıydı abi.

Doğru, bu yaşıma kadar bir defa bile oy vermedim ama hayatı boyunca oy vermekten başka siyasal bir eylemi olmayan yüzlerce tanıdığıma konuşarak neden HDP’ye oy vermeleri gerektiğini anlattım. Hepsinin vermiş olması imkansız tabi, fakat onlarcasının verdiğine eminim.

Benim iradem de budur. Benim iradem güvendir. Siz bana devrim yapacağınızı söylemediniz, siz yapacaklarınızı çok açık ifade ettiniz. Bende sizin bana ifadelerinize güvenme irademi gösterip, oy vermekten başka bir şey bilmeyen insanların size oy vermelerini istedim.

Yaptığınız hiçbir şeyden pişman değilim.

Size topladığım oylar, helali hoş olsun.

Size topladığım oyları toplamasaydım; anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz diyebilen birileri alacaktı o oyları muhtemelen. Her şey bir kenara, dursun; işte size topladığım oylar, sırf bu sebepten ötürü bile bana onur verdi.

Diğer bir taraftan da Sırrı abi, ben bir Çerkesim. Sochi olimpiyatlarında size Sochi’yi anlattık, bize omuz verdiniz. Çerkes sorunlarını ilettik, meclise taşıdınız. Taleplerimizi söyledik, altına imza koydunuz. Üstelik mecliste, Çerkes milletvekili olmayan tek parti de sizdiniz. Diğer partideki Çerkes vekiller; ne Sochi’yi duydu, ne sorunlarımızı konuştu, ne taleplerimizi savundular.

Benim bir hakkım varsa, helal olsun sizin hakkınız çok lütfen helal edin ama şunu lütfen hep hiç unutmayın ki; bizim size verdiğimiz oylu, oysuz tüm bu irade, mecliste, sokakta, mapusta her zaman sizinle olacak. Hem öyle vekaletle değil, bildiğin cesaretle Sırrı abi.

Gördüklerim var, söyleyeceklerim var..

Siyaset için bir
çok yol ve yöntem vardır fakat siyasetin asıl olanı; bunun
bireyin kendi becerisi üzerinden yalnız başına yürütemeyeceğidir.
Fakat Çerkesler de, organize olma kavramının siyaseten bir artısı
olmamakla birlikte, eksileri kısa ve uzun vadeli dönemlerde ortaya
çıkmaktadır. En başta, siyaset yapıcıları veya üreticileri
toplumsal gerçeklik üzerine hiç kafa yormadan, toplumsal
dinamikleri ve bu dinamiklerin genel eğilimlerini tartışmadan, bu
eğilimler üzerine politika yürütmeden kendileri için kısa
süreli sürecek olsa dahi kolay olanı seçme eğilimine
yönelmektedir. Bunun oluş biçimi de; tarihsel tecrübeyi referans
alırken kendi toplumsal varlıklarının tecrübelerinden ziyade,
ideolojik tarihlerinin tecrübelerine saplı kalarak olmaktadır.
Ayrıca belirtmek gerekir ki, Çerkesler için bu oluş biçimine en
uygun siyaset yapıcıları kitlesi sol akımdadır. Türkiye’de
Çerkesler için bir sağdan bahsetmek mümkün, ancak siyaseten bir
sağdan bahsetmek komik olacaktır. Türkiye’de siyaset yapan Çerkes
milliyetçileri yoktur veya o kadar azdır ki kendi dar çevreleri
dışında gözükemez durumdadır. Kendilerine milliyetçi diyerek
siyaset yapan Çerkeslerin durumu ise resmen özürlü durumdadır.
Burada kastettiğim kitle elbette “vatan, millet, sakarya”
türküleriyle “açılmış kucağın” daimisi olmuş, “yediği
kaba pislemeyen” kitledir. Zira aklı başında herkes onların
Çerkes milliyetçisi olmayacağını bilir. Sol akımda toplumsal
dinamikler ve bunların eğilimlerini tartışmamak ve buna yönelik
politikalar yürütememek bir tarafa, çok farklı hatalar da peşpeşe
gelmektedir. Bir çok sebebin sonucu yaşanmaktadır. Fakat bütün
bu sonuçların en büyük sebebi, en başta belirttiğim üzere;
tecrübe zeminini ideolojik birikime dayandırırken, mücadele
kulvarını topluma yöneltme girişimidir. Çok basit olarak,
toplumsal tarihle ilgili detaylı bir çalışmaya girmeden; kabaca,
kısa ve keskin biçimde ortaya koyulan Çerkes kimliği, işte böyle
kaba, kısa ve keskin ortaya konmuş bir kimliğe detaylı, uzun ve
yumuşak bir vizyon belirlemek. Bunun misyonu, vizyonun detaysal
bütünlüğünün kimliğin kaba niteliğini ezdiği yerden sonra
devam edemez. Geçtiğimiz yıllarda ‘dünya anadil günü’
etkinliklerine eline Adığey bayrağını alarak katılmış, HDK
delegasyonundan bir Çerkesin basına verdiği demeçte; bayraktaki
her yıldızın bir Çerkes boyunu temsil ettiğini okumuştuk,
üstelik Çerkes boyu olarak adlandırdığı “Abhazlar, Osetler
vs.” Çerkes kelimesinin yalnızca Adığelerin Uluslar arası ismi
olmasını bir kenara bırakıyorum, diyelim ki gerçekten Çerkes;
Apsuvaları, Abazaları, Alanları, Noxçileri vs. kapsıyor olsun,
HDK delegasyonunda bulunan ve seçim vakti, İstanbul’dan Çerkesler
adına milletvekilliğine aday gösterilen birine danışmanlık
yapan bir siyasetçi, Abhazların, Osetlerin vs. bir boy olmadığını,
o bayrağın üzerindeki bütün yıldızlardan, renklere Çerkes
halkının ulusal bütünlüğünü temsil ettiğini ve hiçbir
yıldızın ayrı bir adla isimlendirilemeyeceğini bilmiyor muydu?
Ya da yine Çerkeslerin yalnızca Adığeleri temsil etmediğini öne
süren bazı kişilerin röportajlarında “Çerkesce” “Çerkes
halkı” demeleri? Ya da Çerkesler adına siyaset yapan bazı
grupların Çerkes dernekleri, etkinlikleri, köylerinde hiçbir
faaliyette bulunmamaları? Kendi gündemlerini üretemeyip, ülkenin
gündeminde saplı kalmaları? Sol akımın sosyalist birikimine laf
söylemek haddime olmayabilir, ancak bu birikime dayalı bir kimliği
ortaya koyamadıkları da bir gerçek. Bu gerçeklik ise;
kendileriyle aynı ideoloji ve kimliği paylaşarak siyaset üretmek
adına toparlanan farklılıkların birlikte birikmesini engelliyor
ve engellemekle de kalmayıp aynı ideoloji ve kimlikten oluşan
farklı gruplar arasında karşıtlık ve tartışmalar doğuruyor ve
aynı ideoloji ve kimliği taşıyan bireyler arasında güvensizlik
ve umutsuzluk yaratarak kendini köreltiyor. Bu anlamda gerçeklerin
ne olduğuna dair yorum yapmaksızın her grubun kendini referans
ettiği kimliği oturup detaylıca tartışarak karara varması ve
kendileriyle aynı düşünce ve kimliğe bağlı gruplarla bir araya
gelerek aldıkları kararları tartışmaya açmasıdır. Tüm bu
tartışmaların sonucunda ise; kaba, kısa ve keskin bir şekilde
olmadan, uzun, detaylı ve ikna edici olarak; kim olduklarını ilan
etmeleridir. Çünkü herkesin söylediği Çerkesin aynı şeyi
ifade edemiyor oluşu bile bir handikaptır. Bu konudaki önerim ise,
en azından grup oluşturarak siyaset yapıcı olanların
kendilerini, anadillerinde ifade etmeleri olabilir.

Aynı zamanda bazı
zamanlarda denk geldiğim bir diğer sorun, siyaset yapıcıların
kendi içlerinde oluşan bazı rekabet durumlarında kutuplaşmaları
ve bunu sürdürmeleridir. Aynı amaç ve yöntemleri taşıyan ve
hatta bazılarında aynı grup içerisinde ortak faaliyet sürdürmüş
kişilerin bir uzlaşmazlık sonucu birbirleriyle çatışır hale
gelerek, olayı kişiselleştirmeleri ve bu kişiselleştirmeleri
ileriye dönük bir düşmanlığa doğru evriltmeleri. Geçtiğimiz
seçimler sürecinde yaşanmış iki vaka bulunmaktadır, aynı amaç
ve yöntemde buluşan kişilerin milletvekili adayı olmuş Çerkesler
etrafında toparlayıcı olmaları gerekirken, farklılaşmayı
seçtikleri ve hatta bu farklılaşmanın bir noktadan sonra bir
çatışmaya evrildiği ve sonucun ulaştığı boyutun yarattığı
durum öyleydi ki, bir milletvekili etrafında seçim çalışmalarına
yoğunlaşmış bir grup, diğer grubun bir faaliyeti hakkında
“ramazan ramazan piknik” olarak bir ifade kullandı. Bir diğeri
ise, aynı yöntemle milletvekili olmak için düşünen bir kişi,
aynı yöntemle örgütlenmek için toparlanan kişilerin
toplantısına geldiği halde dahi, bu düşüncesini paylaşamadı.
Buradan gördüğüm kadarıyla sol cemaatte, etnik ve ideolojik bir
birlikteliğe rağmen bir bütünlük oluşmadığı ve bu durumun
bir güven kayması yarattığıdır. Halbuki kimlik ve siyaset
üzerine, aynı yol ve yöntemle mücadele veren kişi ve grupların
birlikte olması kolaydır ancak kişi ve grupların ilkeleri ve
tutumları olmadığı zaman, herkes kendi disiplinini ilke
benimsetmek isteyen bir lidere dönüşmek isteyebiliyor. Bu durumda,
ikinci yapılması gereken şey; herkesin kendi disiplinini ilke
olarak benimsetmek istememesi için ilkesel bir tartışma açması
ve taslak kararlar alması ve bunu diğer grup ve kişilerle de
tartışarak bir bütünlüğe ulaşılmasıdır. Böyle olduğu
zaman göreceksiniz ki, hiç kimse lider olma kompleksi
göstermeyecek, liderler doğal olarak bütünlüğe ulaşmış
ilkeleri içselleştirmiş kişilerden kendiliğinden çıkacaktır.

Yekvücut gel ey Ğatxe, Newroz, Bahar…

Pencereyi açıyorum, ılımış rüzgar; kuşlar da cıvıl cıvıl.. Belli, biraz önce doğan güneş, havayı ısıtmış, az sonra toprakta ısınır. Türkiye’deki tabire göre, artık havaya cemre düştü. Yere de kısmen düştü. Bir deniz kaldı düşmediği, ona da düşmesine az kaldı. Önümüzdeki hafta Çerkeslerin Ğatxesi Türklerin Baharı, Kürtlerin Newrozu,..

Toplum belleği olarak, dünyanın bu kısmında insanlık için resmen bayram havası. Bayrama bak… Ilıyan rüzgar, cıvıldaşan kuş, doğan güneş, ısınmış toprak; yaşam resmen doğuma giriyor, yeniliyor kendini, ancak Çerkesiyle, Türküyle, Kürdüyle.. Alevisiyle, Sünnisiyle, Hristiyanıyla… yaşam kendini yenileyerek her bir yerde umut filizleri verirken, umut bizlerin gırtlağına yapışıp kalıyor. Vallahi-billahi; azıcık umut etsek, mutlu oluruz diye korkuyoruz. Korkuyoruz; mutlu olsak bir utanç tıkayacak nefesimizi, kahrımızdan öleceğiz. Memlekete ğatxe gelmiş, ormanlar, vadiler çiçekler açmış, kuşlar, kediler cıvıl cıvıl; yüreğimizden kan, gözümüzden kış damlıyor acıdan. Hem öyle bencil bir acı değil, sadece kendi arkadaşlarımızın, yoldaşlarımızın katledilmesinden değil, vallahi billahi değil, ankara’da durakta evine gitmeyi beklerken katledilmiş polisten, paramparça olmuş nasırlı minicik elleriyle geridönüşüm işçisi çocuktan, bütün sayılardan, onların annelerinden, babalarından, ablalarından, abilerinden, amcalarından.. saf, ırksız, dinsiz, cinsiyetsiz bir acıdan. Ben hayata Çerkes olarak doğdum, fakat artık çektiğim acının bir milliyeti kalmadı.

Güneş; yaşayan herşeye can verirken, yaşama hakkı bombalanmış insanların yüreğimizdeki acıları, o güneşin bizim umudumuza vereceği cana gölge olmuş.

Gel ey Ğatxe! gel..
yekvücut gel; kalbinde merhameti sararıp solmuş taş kalpli bu insanlığa da umut ol gel.. ölenin kimliğini soran şu karanlık insanların zihniyetine de güneş ol gel.. buzul çağı kadar soğumuş şefkatlerine sıcak ol gel ey Ğatxe.. yekvücut gel; toprağa verdiğin can gibi can ver kardeşliğimize, rüzgarı ılıttığın sıcak gibi ısıt umutlarımızı.

Terör ve Bölücülük

Birlik, dirlik, beraberlik ve bölünmezlik ağızlarıyla yürüyen, içten içte insanları; kürt, türk, arap, çerkes diye bölen siyasetin geldiği noktadayız. Biz hiç kimse ölmesin, herkes eşit yaşasın diyerek barış ve kardeşliğe dayalı; eşit birlikte yaşam üzerinden sözler söylerken bize hain, terörist, uşak, maşa diyenler vardı. O zaman boğazımız kesilse, bayram yapacak nitelikte ruh hastalarıydı. Şimdi gelinen bu noktada; herşeyin sorumlusu olarak bizi işaret edecekler. Edecekler; Televizyonlar, Gazeteler, Siyasetçileri, Hükümet, hatta mecliste muhalefet falan da onların bu işaretine güçte verecek. Sesleri ekranlardani meclislerden, meydanlardan yayınlanacak hatta. Hayatı boyunca da; ekranda izlediğinden ötesini bilmeyen milyonlar için bugün hala hain, terörist, uşak ve maşa olmaya devam edeceğiz. Bizim kaderimiz gibi oldu bu. Cahilin zifiri kaplı vicdanını rahatlatmak. Bugüne kadar; insanlar ölmesin diye bırakın fedakarlık yapmayı, düşünmeyi bile başaramamış bir toplumun bizi suçlamaktan başka yapacağı hiçbir şey yok ne yazık ki.

Savaşta yalnızca Kürtler mi ölür? Barış yalnızca Kürtleri mi mesut eder? kaç defa sorduk.. silahlar sussun dedik, sadece askerin silahı mı sussun istedik? Gençler ölmesin, diledik. Bir tek gerilla mı genç? Olmadı… sesimizi duyan işiten; bizi hainlikle suçladı, teröristlikle itham etti. Şimdi Sur’da ölen askerin de, sivilin de sorumlusu biz oluyoruz? Elbette eline silahı alıp sivili vuran asker de suçlu, eline silahı alıp askeri vuran da. Onlara emri verende. Emirleri verenlere yetkiyi verende. Ama şunu unutmayın, ne elimize silah alıp birini vuran biziz, ne birilerini vursun diye emir veren de biziz ne de emir verenlere yetkiyi veren de biziz; esas suçlular; bu emir komuta zincirine yetki verenler. Esas suçlular; namlulardan iktidarlar yapanlar. Esas suçlular; sizsiniz.

Biz ölümlerin arasında bahaneler aramadık, o ölsün – bu ölmesin demedik. Herkes yaşasın dedik. Duyulmayacak fakat, demeye de devam edeceğiz. Ne asker olarak, ne polis olarak ne de gerilla olarak elimize tüfek alıp hiçbir canlıyı katletmeyeceğiz. Silahı öven, savaş çığırtkanlığı yapan hiç kimseye yetki vermeyeceğiz. Biz daima barışın ve yaşamın sözcülüğünü; eşit ve birlikte yaşamın neferliğini yapacağız.

Sur’da Bodrum’da ölen de biziz, Ankara’da otobüste ölen de biziz.. esas katiller; bizim ölülerimiz üzerinden yeni  bir ölüm stratejisi geliştiriyorlar, onlara direnen, inatla barışı savunan da biziz.

Asıl teröristler, bizi terörist olarak ilan ediyorlar; etsinler. Onlara yalnızca zavallı insanlar inanıyor ve toplum olarak zavallı olduğumuz gerçeği de hiçbir şeyi değiştirmiyor. Bugün değilse yarın, mutlaka bizim davamız anlaşılacak. Tarih; esas katilleri, insanlık suçu işleyenleri kanlı harflerle lanetli sayfalarına ekleyecektir.

Bugün birlik, bütünlük ağızlarıyla siyaset yapanlar; askerleri-polisleri kentlere ölmeye ve öldürmeye yollayanlar, insanları türkler ve kürtler diye ortadan ikiye ayıranlar, ülkeyi doğu ve batı diye iki ayrı parçaya bölenler, şimdi onlar, şimdi bunlar diye kutuplaştıranlar, bu ülkede insanı insana, halkı halka, dini dine korkutarak bölenlerin ta kendileridir.

Bu ülkede bir çok suç örgütü vardır, Pkk’de sütten çıkmış ak kaşık değildir ama; Pkk’den çok daha büyük ve çok daha kanlı bir terör örgütünü görmemizi de engelleyemez.

Pkk bu ülkeyi bölecek güce sahip değildir, ancak bugün ülkeyi Pkk’den çok daha güçlü bir terör örgütü bölmektedir.

Dünya Anadil Günü, halklar ve kadınlar

Bundan iki yıl önce bugün “konuşamayan anaların hatrına” bir yazı kaleme almıştım, şöyle başlıyordu:

Bugün dünya anadil günü yoldaşlar!
Tarih ile yitip biten ve tek konuşanı kalmayan ölü dilleri bugün teker teker selamlamalıyız ve hala konuşulabilen, bu fırsatı olan dillere de sarılmalıyız. Bugün anadil günü, bugün diğer dilleri kendi adlarıyla selamlamalıyız. Neşe günü değil, sevinç günü değil çünkü hala öldürülen dillerin var olduğunu bilmeliyiz, katillerin failleri teker teker öldürdüklerini ve öldürülen dillerden sonra sıranın bizim dilimize geleceğini de idrak etmeliyiz! Bugün, kardeş halkların kendi dilini konuşmasını kucaklamalı ve dosta-düşmana şu mesajı vermeliyiz: BİZİM KAYBEDECEK BİR DİLİMİZ KALMADI!

Tarih ile yitip biten ve tek konuşanı kalmayan ölü dilleri teker teker selamlarken, bu dillerin faillerini de teker teker lanetleyelim! Farklılığa tümüyle düşman, kendisinden olmayanı yok edenleri iyi tanıyalım. Onlar Almanya’daki Hitler, İspanya’daki Francisco, İtalya’daki Mussolini, Romanya’daki Antonescu, Portekiz’deki Salazar, Cinsiyetteki Erkek, Meclis’teki İktidar, Eldeki Silah, Kanundaki yasak, yasalardaki baskıdır fakat bunların hepsinin tek bir meclisi vardır, o mecliste faşizmdir!

Faşizm sokakta yürüyen genç kadına, mahallede yaşayan eşcinsel bireye ne kadar düşmansa, duyduğu farklı bir dile, gördüğü farklı bir kültüre de o kadar düşmandır. Faşizm gece saat 3’te bir erkek, mahallede bir teyze, Kürdistan’da bir bomba, iktidar da bir parti, karakter de bir hastalıktır. Ne hepsi ayrıdır ne de hepsi aynıdır. Faşizm farklı dillerde  kasetlere yasak, pipiye övgü, silaha kurşundur. Faşizmin birden çok karakter vardır ancak tüm karakterleri tek bir amaca hizmet eder; farklı olanı yok et.

Bugün Dünya Anadil Günü,

Farklı diller konuşan insanların öldürüldüğü, kadın cinayetlerinin bir katliam boyutuna vardığı, savaşın hissedildiği, bombaların patladığı, halkların sustuğu şu günler de, bildiğimiz tüm diller de faşizme karşı haykırmalıyız!

Tüm diller de; Halkların kardeşliğini!
Tüm diller de; Barış istemini!
Tüm diller de; Adaleti, özgürlüğü, eşitliği haykırmalıyız, ama;

en çokta dilimizi kendisine adadığımız ve onun dilinde sevgiyle, merhametle, aşk ve özlemle büyüdüğümüz anamızın hatrına, tam bugün; patriyarkaya karşı saf tutmalıyız..

Her dilde; Yaşasın Kadın diye de haykırmalıyız.

Sahibinin Sesi: Amir Dışekov!

Bırakın anlatsınlar şu meşhur “Asalet Masallarını” uyuyanlar, biz de burnumuzun dibinde, kokmaktan burnumuzun direğini kıran şu kokuyu anlamaya çalışalım. Pislik burnumuzun dibine kadar yaklaşırken belki kaşen peşinde koşuyorduk, belki düğün kim bilir? Ancak burnumuzun direğini kıran bu kokudan sonra, onu yok sayıp daha ne kadar sürdürebiliriz şu meşhur “asalet masalını” bilmiyorum. Adigey Cumhuriyetinin Resmi gazetesi   Sovyetskaya Adıgeye gazetesinde adını evvelden hiç işitmediğimiz bir yazar olan Dışekov, Çerkes soykırımından yüzyıllar sonra kendi anavatanına dönmüş bir geri dönüşçü için, onu hedef alan, itham eden ve hedef gösteren 2 sayfalık bir yazı kaleme aldı. Yazının Türkçe Tercümesini Cherkessia.Net web sitesinden okuyabilirsiniz. 

Adnan Khuade ismini önüne alıp, anavatanından tam 152 yıl önce, kılıç ve süngü zoruyla sürgün edilenlerin torunlarına küfür etti. Adnan Khuade’yi tanır mısınız bilmiyorum, tanımadığınızı varsayarak çok kısa açıklayayım. Adnan Khuade’de 152 yıl önce kılıç ve süngü zoruyla anavatanından sürgün edilen bir ailenin mensubu olarak Türkiye’de doğdu. Fakat Adnan Khuade yüzbinlerce Çerkes gibi burada yaşlanıp ölmeyi istemedi. Bir çoğu sadece istemezken, Adnan Khuade eyleme geçti ve anavatanına geri dönüş yaptı. Adnan Khuade, sadece kendi değil aynı zamanda yüzbinlercesinin hayalini kurduğu bir şeyi eyleme döken bir politik bir şahıstır. [1] Diğer bir taraftan anavatanına dönmeyi kişisel bir amaç olmaktan öteye taşıyan, bu uğurda örgütlenmek üzere diaspora-anavatan bağlantılı çalışmalar yürüten siyasal bir şahıstır. [2] Özellikle diasporadaki soydaşlarımızın anlayabilmesi açısından söylüyorum ki; Türkiye’dekinden daha baskıcı bir devlette, aldığı riskin ne olduğunu çok iyi bilen, yine de siyasal düşüncesini gizlemeyen tutarlı biridir. [3] Kısacası Adnan Khuade; Amir Dışekov değildir. Amir Dışekov bir kişidir ancak Adnan Khuade bir fikirdir, bir eylemdir, istikrardır. Amir Dışekov en fazla, sahibini kızdırmadan ücretli bir memur olarak yaşayabilir, bunu da ilk defa tanık olduğum isminin üstünde Adigey Cumhuriyetinin resmi gazetesinde ortaya koyduğu tutumla ispatlamıştır. Ancak Adnan Khuade, bir zamanlar kendi anavatanından, topraklarından, köylerinden zorla sürgün edilen ve bugün anavatana geri dönmek isteyenler içinde yüzbinlerce kişiyi temsil etmektedir. Eleştiri hakkına saygı duyan ve hiç kimseyi eleştirilemez görmeyen benim açımdan Amir Dışekov, Adnan Khuade’ye o ithamlarda bulunabilecek birisi değildir, bugünden sonra da hiçbir zaman olamayacaktır.

Diğer bir taraftan Amir Dışekov’un gazetede yayınlanan yazısında Adnan Khuade’nin “Ticari faaliyetlerinden daha çok özel ve siyasi yaşamıyla ilgili dikkatleri üzerinde toplayan kişi” notuna kadar anlattığı bölüm, eğer Türkiye jetleriyle bir Rusya bombardıman uçağını düşürüp, Rusya’nın Türkiye’ye yönelik yaptırımlarıyla başlayan süreçte Çerkesleri etkileyen serüveni olmasaydı, gerçekten inandırıcı olabilirdi. Hemde Rusya’nın mirasçısı olduğunu inkar etmediği, sürdürücülüğüyle övündüğü Çarlık zamanlarında boşalttıkları Çerkessizleştirdikleri Çerkesya’da Çerkeslerin tekrar çoğunluk olmasını istemese bile.  Ancak Amir Dışekov’un unuttuğu şey bizler de henüz bunu göremeyecek kadar kör değiliz ve olup biten herşeyi görüp anlayabiliyoruz. Tesadüfe bakın ki; arkamızda ne ABD, ne İsrail, ne de Avrupa yok. Yapayalnızız da. Avrupa, Türkiye veya diğer ülkeler bizim arkamızda olsaydı, Kbadaa gibi bir yerde yapılan sochi olimpiyatları daha farklı olabilirdi. Bizim yapayalnız halimiz, orada sahibinin sesi olmuş bazı soydaşlarımızın ilginç şeyler yazmasına varacak kadar bir telaş yaratıyorsa, bu halimizin potansiyel gücümüzün çok azı olduğunu da bilmesi gerekecek. 
Adnan Khuade için 80’li yılların başında Türkiye’den T.C. vatandaşı olarak gelmiş diye başlayan kısımlar ise, sanırım düşülebilecek en aciz yer olsa gerek. 1864 yılında Osmanlı topraklarına sürgün edilmiş ve bugün sürgün diasporasının en kuvvetli nüfusunun yaşadığı Türkiye topraklarında bir asır yaşadıktan sonra oraya Japon vatandaşı olarak geleceğimizi mi düşünüyor kendisi bilemiyoruz. Güya falan soy isimden, Khuade soy ismini alması ise sizin için ilginç gelecektir Amir Dışekov, ancak burada sizin anlayamadığınızı düşündüğüm Adnan’ın soyadının Güzey’den Khuade’ye, sahteden-gerçeğe, dayatılmıştan-sahip olunana geçmesi değildi. Burada garip olan Khuade sülalesine mensup Adnan’ın soyadını Güzey’e taşıyan serüvendi. Sizin tüylerinizi diken diken etse de, bu serüvende Rusya için yüzleşmedikçe asla kurtulamayacağı Çerkes Soykırımı utancından başkası değil.
Biz açıkça ve netlikle şunu söyleyebiliriz. Rusya, 1864 yılı olarak ifade edilen o tarihten yüzleşmekten asla korkmamalıdır, bunu da Ruslara düşmanca ve intikam hırsıyla tutuşarak söylemiyoruz; dostça ve adalet arzusuyla diliyoruz. Bu tarihten kaçmak korkaklıktır ve zavallılıktır, bizler Rusların korkak ve zavallı hallerinden memnun değiliz ve en başta, bütün dünya bir yana bu Çerkes Soykırımını önce Rusların sonra da Rusya’nın kabul etmesini istiyoruz. Sizin küçük bir örneği olduğunuz yaftalama ve karalamanın en doğal sonucu olarakta, yaptığı soykırımı kendi erdemiyle kabul etmeyeceği anlaşılmış bir Rusya’ya karşı bu soykırımı dünyaya taşımak, yurdu istila edilmiş, köyleri yakılmış-yıkılmış ve koca bir denizi mezarlığına çevirmiş Çerkes halkının en doğal hakkıdır. Khuade’de öyle yapmaktadır, bizler de öyle yapmaktayız. Bizler, bir tarihten önce adına soykırım denmediği için, soykırım tanımının bütün alametlerini içinde barındıran tarihimizi soykırım olarak saymamalı mıyız? Sadece üç on yıl sonra böyle bir kavram hukuki geçerlilik kazandığı için, bu kavramın gerekçelerini tamamen taşıyan bir tarih yok hükmünde midir size göre? O halde söylemeliyim ki, Çerkes Soykırımı 1864 yılında sona ermemiştir, bugün de hala etkileri sürmektedir ve son Çerkes, kendi öz yurduna dönmek isteyipte dönebileceği güne kadar 1864’ten şuana-şimdiye kadar bu suç işleniyor olacaktır.
Sizin kadar uzun yazmayacağım Amir Dışekov,
Türkiye’de ne zaman demokratikleşme talepleri dile getirilse, devlet bu talepleri dile getirenler için onların arkasında dış mihraklar var politikası yapmaktadır, bizler de sizin o hikayelerinizin daha vahimlerine çoktandır alışkınız. Çerkeslerin yaşadığı trajediyi dünyaya anlatması bir suç değildir ancak Rusyanın bunu inkar etmesi hala o suçun failliğini sürdürdüğünün bir yansımasıdır. 2016 yılında 1864 diye simgeleşen bir soykırımı devam ettirmekte olan bir zihniyet, sizler gibilerin bataklığından nem buluyor. Fakat o batak, dünyanın bütün kardeş halklarıyla birlikte kuruyacak. Ruslar ve Çerkesler, Türkler ve Kürtler, Filistinliler ve İsrailliler o gün, hep birlikte daha özgür ve adil bir hayatı tartışacaklardır.
Tarih sizin yarattığınız batakları, o bataklardan avuçlayarak savurduğunuz çamurları elbette bir köşesine yazacaktır.

Sonra değil, şimdi bağırmak zorundayız..!

Öyle bir atmosfer var ki, psikolojik olarak hepimizi böldüler. Kime neden düşmanız düşünemiyoruz, ya öylesin ya böyle diye bir dayatma var ve hepimiz bu dayatmadan ötürü öyle ya da böyle hissediyoruz kendimizi. Küçücük yaşta bir Kürt öldürüldüğü zaman sevinecek kadar alçak olanlarımızdan tutun, zorla askere götürülmüş bir asker öldürüldüğü zaman sevinecek alçaklarımıza kadar her türlü psikolojik bölünmenin alametini görüyorum. Bir gün bu satırları yazmak zorunda kalacağım da açıkçası hiç aklıma gelmezdi, hiç düşünmezdim. Ben sınırsız ve sınıfsız bir dünya hayali taşıyan anti-militarist ve anti-kapitalist bir kökenden gelen Anarşist birisiyim. Benim esas meselem, azıcık kalmış insanlığımızı da bir tarafa ait etmek suretiyle insanlıktan bölünmek. Sebep sonuç ilişkisi çok konuşuldu, bende fikrimi defalarca belirttim. Defalarca Kürt çocuklarını zorla dağa çıkarıyorlar ikiyüzlülüğü karşısında, siz de geri kalan her halkın çocuğunu zorla silah altına alıyor ve dağa çıkarıyorsunuz dedim. Bugün genel çevremde izlendiğim edinim artık toplum içinde ciddi kampların olduğu ve bu kampların iki tarafında ölüleri üzerinden bir futbol maçının skoruymuşçasına ölü seviniciliği yapması. Toplumun bu iki kampı kendi ölülerine üzülmekten daha çok karşı tarafın ölülerine sevinir hale gelmiş durumda. Gördüğüm kadarıyla da ne yazık ki artık bu savaşı yaşayanların durdurması çok zor, bu savaşı ölenler biterecek…

Bu savaş bitince, çıkıp konuşacak bir sürü insan. Bir sürü insanın bu savaş bir çözüm masası umuduyla ara verdiği zaman çıkıp konuştuğu gibi, konuştuğu gibi sokaklarda esnafların kardeşliği vesayire. Fakat ne anlamı var, zaten durmuş bir savaşı konuşmanın? Esas olan savaş zamanı barışı bağırmak değil mi? Durmuş savaşı övmek kolay, yaşanan savaşa direnmek önemli. İşte şimdi biz, tam şuan konuşmak zorundayız! Ölen bizim abimiz, evladımız.. Ağlayan bizin annemiz, kardeşimiz, babamız. Türk’te bizim, Kürt’te! Bu savaşı elbette birileri kazanıyor, birileri bu savaşın arkasından çok sular yürütüyorlar, bu savaşı kaybeden yalnızca biziz, biz; halklar! Türkler, Kürtler, Çerkesler, Araplar..

Şuanda ölen onlarca genç, ki kimi asker, kimi polis kimi de gerilla.. çocuğu ölmesin diye dua etmekten dili kanayan her halktan ana, baba.. şuan henüz yaşayanların hatrına, bölündüğümüz yerden tekrar birleşmek, birlikte ve kardeşçe yaşamak için aynı anda bağırmak zorundayız barışı.

Emin olun, barış bizim; halkların iki dudağı arasında.

Çöpte çürüyesiniz!

Bir gün iş yok, çalıştığım küçük esnafta, oturup çay içiyoruz. Dükkanımızın tam karşısında da 3 çöp konteynırı var, çöp demeye aslında bin şahit ister, çünkü etrafı resmen bir sosyal dayanışma alanı oranın. Nasıl diye soracak olursanız, kısaca şöyle anlatabilirim. Yeni koltuk alan biri, eski koltuğunu getiriyor konteynırın kenarına koyuyor, koltuğa ihtiyacı olan biri geliyor oradan alıyor. Elbiseler, mobilyalar, televizyonlar, radyolar.. hiçbiri konteynırın içine konmaz, hepsi kenarına konulur ki; ihtiyacı olan birisi gelsin alsın. İlginç bir havası vardı oranın, mesela sokaklarımız da “eskicii” diye bağırıp geçen amcalar, orada metal değeri olmayan hiçbir şeyi almazlardı, herkesin ihtiyacı olana saygısı vardı. Geridönüşüm işçileri, hayatın sırtlarına yüklediği ağırlık resmen taşıdıkları çuvallarla resmedilebilir, onlar da gelirlerdi oraya, alüminyum, bakır, kağıt, plastik ne bulurlarsa alır giderlerdi. Geridönüşümün çevreye faydalarını anlatmaya lüzum yok, ama geri dönüşüm işçilerinin tam da şu günlerde, devletin emeklerine gözünü diktiği zamanlarda hayatını anlatmaya çok ihtiyaç var. İşte iş olmayan o gün, “Movses onları gösterip; ülkenin en faydalı işini bunlar yapıyor” dedi. Çok uzun anlatıp canınızı sıkmayacağım hiçbirinizin! Kısacık anlatacağım onları size;
Ayakkabı kutularını, içine para koymak için toplamıyorlardı onlar. O kutulardan yüzlerce, binlerce topluyorlardı, sabahın zifirinde uyanıyorlar, gecenin karanlığında duruyorlardı. Orta sınıf amcalar, teyzeler, abiler, ablalar onlara hor gözle bakarken, onlar çalmadan doymak için, emek vererek yaşamak için hiç umursamazlardı bunu. 
Hakikaten yavhu… ayakkabı kutusunda yetimin hakkını saklayanlar, ayakkabı kutularıyla hırsızlık etmeden yaşayanlardan daha mı temizdi? O çöp konteynırının içinde emeğiyle yaşayanlar, o geleceği soyup soğana çevirenlerden daha mı kirliydi? 
Keşke hepimiz, sabahın köründen, akşamın zifirine kadar konteynır konteynır yürüyüp, emeğiyle yaşayan bu işçiler kadar temiz kalabilseydik.
Şimdi kanun koyucuları, geri dönüşüm işçilerinin emeğine gözünü dikiyor. Zaten adaletsizliği tavan yapmış bir sistemde, o sistemin en alt sınıfının da hakkına göz dikiyor, ne desek eksik kalır! Bu onurlu insanların ekmeğine göz dikenlere yalnızca tek birşey söylemek istiyorum!

Gasp ettiğiniz ÇÖPLERDE ÇÜRÜYESİNİZ!