Çerkes Müşterekliği Üzerine: 4

-Figana geçen başkalaşım-

Arayı soğutmakta üstümüze olmadığını düşünüyorum; belki çay içilecek bir dostla gezilecek günlerin seyri azaldı, ama gelinen noktada şunu çok net ifade edebilirim ki; toplumsal uzlaşı için olgunlaşan şartlar öyle kendi haline bırakıldı ki, artık çürüyor. Fakat tecrübe edinilmiş bir üslup, pratiğe dönüşmüş bir yanyana gelim, bir ilk, bir ikilik, bir üçlük.. birlik olabilme azmi, bunlar çürüyüp kargaya yem olacak türden değil, bunlar tekrar toprağa düşüp filiz verecek türdendi. Telaşem ise, buna vaktimizin kaldığına dair hiç yeşermemiş umudumun mahsülüdür. Yanyana hemen gelebilir miyiz? Buna dair bir program yok, ancak buna karşı senaryosu yazılmış bir şeyler, birileri, bir hareket gözle görünüyor. Anasından doğduktan 35-40 yıl sonra kendine yeniden isim verip, iletişim kanallarımızda cirit atan yüzsüz, kimliksiz, hayalet kişilikler; çorbaya düşmeye and içmiş sinekler gibi dolaşıyor. Uyku moduna girmiş düşünceler yeniden hortluyor, yeniden saçma sapan şeyler tartışılıyor. Taraflar; birbirini en hassas yerlerinden vurmaya dursun, bizden birileri de bu tiyatronun doğaçlama karakterine bürünüp hemen karşılarında “taraflaşıyor.” Biz bu tiyatro süregelirken söylediğimiz şeylerin farkındalığını yitirmeye ne kadar yatkınız? Halbuki, en son konuşulacak şeyler yine, yeniden daha başlamamış bir Çerkes Davasının içine girebildi. Bizim yanyana gelmemize ürken kişiler; figan etmeye ne tez başladı farkında mısınız? Bu başkalaşımı, odak kaydırma operasyonunu ve bunun bilinçli-bilinçsiz tüm provakatörlerini iyi analiz etmemiz gerekli. Zira bu senaryoyu yazanlar, müştereklerimizi dağıtacak kodları iyi biliyorlar. Toplumsal tabanımızın içinde açtıkları yarayı elbette bilecekler. Onların bilmediği şey; bizim müştereklerimizin 150 yılı defalarca aştığıdır. Pratik tarihte, tecrübeyle kazanılmış toplumsal hafızadır. Bizler de buraya yoğunlaşarak, onların açtığı yaralama operasyonuna karşı en büyük savaşı vermekle mükellefiz!

Halkımız için, insanlık, kardeşlik ve adalet için! Ayrıştırıcı Figanlara karşı, Birleştirici davamızı yükseltelim! Odağımız halkımız ve yurdumuz, amacımız ise birlikteliktir! Faşizmin intikam çığırtkanlığına karşı, yaşasın insancıl adalet arayışımız!

Faşizmin hedeflediği bir Çerkes proleteri; Zafer!

Yarını düşünmek, yarına direnmektir ve halkların en güzel çocukları; hakkını, insanlıkla eşit bir şekilde yaşamak isterler. Onların ayrıcalık istemini duyamazsınız, onlara bunu söyletemez, onlara bu saçmalığı dinletemezsiniz; çünkü dünyanın en güzel halkı da olsa, haksızlık karşısında dünyanın en kötü insanı bu haksızlığa karşı susmanın tam karşılığıdır! Onların düşmanıdır ayrıcalık ve onların tek isteği vardır; herkes hak ettiği gibi yaşamalıdır. Yaşamı ilmek ilmek ören emekçilerin hakkıyla yaşamasıdır ve buna hiçbir etnik aidiyet, hiçbir dini aidiyet filtre değildir. Filtre; tüm etnik ve dini değerlerinde üstünde; tüm bu ayrıcalıklara rağmen, herşeyin yerli yerine oturmasıdır! “Toprak ekenin, mahsül biçenin” hakkıdır onlar için ve bende Zafer Kaygın’ı Çerkes olduğundan değil, bunu bağırdığından ve buna susturulmak istenmesinden ve onun bedenine sistemsel ve psikolojik bu işkenceleri uygulayan ayrıcalık iktidarına karşı, eşitlik savaşından ötürü selamlıyor, yanında olduğumuzu herkese duyuruyorum.

**

Zafer’i etnik tartışmaların yoğun döndüğü Çerkes platformlarında pek işitmezsiniz, bunu işitmeyince ve bunun parçası olmayınca dolaylı olarak her tartışmada “Bunun Çerkeslikle ne alakası var” diyen bir güruhu, bugün Zafer’in yanında da göremezsiniz. Bu, onların ikiyüzü olsun! Zafer’in zaten onların istediği gibi bir hayali yoktur. Zafer, tesadüfen Çerkes halkının evladı olmuş ve bu halkın faşizm karşısında sürüldüğü coğrafyalarda büyümüş. Kendisi için ne kadar önemli, ne kadar değil; kendi bileceği bir iş. Benim için ise önemli olan; halkı fakirleştirdikçe zenginleşen, emperyalist, emekçi düşmanı ve sömürgeci asalak sisteminin ona karşı, onun üzerinden, onun mücadelesini paylaşan herkese, bize ve diğer tüm yoldaşlara çektiği hiza, verdiği mesaj ve yaptığı işkencedir. Zafer’in bedeni ve ruhu bu işkenceyi yaracak olgunlukta, bilinçli ve kararlıdır fakat bu durum onun bu işkenceye maruz kalmasına sessiz kalacağımız anlamını asla taşımaz. Bugün, HDK-P içinde ve elbette diğer örgütlerde-de sözde sol tabandan gelen Çerkeslerin hepsi özeleştiri vermeliler. Zira; Zafer’in Çerkesliği, onu bu işkencede ayrıcalık sahibi yapmasa da, onun sol kamuoyu tarafından hala duyulmamış olması tamamen bu Çerkeslerin yaratmış olduğu sorumsuzluktan ötesi değil. Bu sorumsuzluğu nasıl açıklayacaklar merak ediyorum, nasıl susacaklar buna? Biz bugünlerde, herkesi olduğu kadar izlemekte ve susulan-bağırılan herşeyi geleceğe taşımakta ısrarcıyız. Basit tartışmaların açtığı arada, ne Zafer’i ne de başka bir gencimizi siyasi linç kültürünün devamı olan bir zihniyetin adaletsizliğine kayıtsız-şartsız teslim etmeyeceğiz! Haksızlık karşısında bir tarafımız vardır ve bilinmelidir ki, bizim tarafımız haksızlığa uğrayanın yanıdır. Haksızlık edenin karşısıdır. İşçi sınıfının yılmaz savunucularıdır, dünyayı emeğiyle örenlerdir ve bu gücünün farkında mücadele yürüten herkes bizim yoldaşımızdır.

2015'e dostlarımla ve Jineps ile girdim.

***

2015 senesine, Üsküdar/Bağlarbaşı’nda bulunan değerli arkadaşım Mehtap’ın evinde, çok sevdiğim nice arkadaşımla ve aynı zamanda 10 yıldır kesintisiz olarak Çerkeslerin dili olan ve sesini duyuran Jineps Gazetesinde bana verilen bir köşeyle girdim. En başta bana yoldaşlıklarını, dostluklarını ve arkadaşlıklarını lütfeden tüm dostlarıma ve beni önemseyen, bana değer veren, beni okuyan, beni eleştiren tüm herkese çok teşekkür ederim. Bir köşesinde yer verip, kendimi halkım adına ifade edebilme fırsatını benimle paylaşan tüm Jineps Gazetesi emekçilerine de teşekkür ederim. 10 senedir, tüm zorluklara rağmen halkımızın sesini duyurmaya azmeden bu gazete de bir köşe sahibi olabilmek benim için onur verici bir durumdur, bana bu onuru yaşatanlara bin selam olsun.

***

10 yıldır tüm zorluklara rağmen, emekçilerinin kendilerinden feragat ederek ayakta tuttukları Jineps Gazetesi, (bilmeyen dostlarım adına açıklama gereği duyuyorum) Çerkes Diasporasının bu topraklardaki sesidir. Bu sese güç verende, Çerkesler ve dostlarından başkası değildir. Bu anlamda hem Çerkesler hem de dostları için biraz daha önemlidir ve bugün ne yazık ki önemi ne Çerkesler ne de dostları tarafından tam olarak anlaşılmamaktadır. Halbuki medya organlarının “taraflara” yedeklendikleri ve Çerkeslerin en çokta duyulmaya ihtiyacı olduğu şu zamanlarda, sesimizi duyurma gayretini omuzlanmış Jineps’e sıkıca sarılmak ve onu ayakta daha güçlü tutmanın ne derece önemli olduğunu hepimizin anlaması gerekir. Vaziyetin ciddiyetinin, öneminin ve bugün tam 10 yıldır bu halkın sesini omuzlamış Jineps’in pratik tarihinin anlaşılması gerekir. Jineps’ten tamamen kişisel bakış açımızı ve kişisel doğrultumuzu beklemek, bunu bulamadığımız için onu yok saymak ya da bu doğrultuda eleştirerek onu protesto etmek büyük bir sorumsuzluktur bence. Bende kişisel ideolojimin, dinimin, sanat tarihimin tam karşılığını bulamıyorum, fakat bu gazetenin Çerkes halkının genelinin sesi olmaya çalıştığını ve bunu 10 yıldır pratiğe döktüğünü anlayabiliyorum. Kendi kavgamdan taviz vermediğim gibi, Jineps’inde kavgasından taviz vermemesini doğal karşılıyorum. Sizi de, Çerkes halkının sesi olmayı 10 yıldır pratik olarak sürdüren bu gazeteyi güçlendirmeye davet ediyorum.

10 yıldır halkımın sesi olduğun için,
bana da bu seste bir yer verdiğin için teşekkürler Jineps.

Hayvanseverlik mi? Hadi be…

Şehirleşmeyle başlayan ilginç bir serüven, bir çeşit günah çıkarma terapisi gibi adeta. Çoğu kimse, hayvanların kendi doğasını altüst eden varlığımız hakkında bırakın birşeyler yapmayı, bunu düşünmezken bile; evindeki kediyi vegan beslemeyle kendini rahat hissediyor olabilir, oysa biz bugün insanın etçil olmadığı konusunda ne kadar eminsek, şuna da emin olmalıyız ki; kediler de otçul değildir ve bunu tartışmak bile kediye karşı yapılmış ahlaksızlığımızın daniskasıdır. Ama en büyük ahlaksızlığımız bu değil! Hadi gelin kediye ahlaksızlık yapmayalım diyecek olsak, bu sefer o kedinin kabına koyduğumuz mamaya dönüşen canlıya ahlaksızlık yapmış olmaz mıyız? Hemde büyük bir endüstri ve bu endüstrinin içinde muazzam derecede korkunç bir zulüm, işkence, kölelik ve ölüm sürecinden geçmiş o canlılara? Ama tek ahlaksızlığımız bunlar da değil. Saymakla tükenmeyecek kadar ahlaksızlığımız var bu konuda ve biz  hangi tarafa ahlaksızlık yapacağımızı tartışıyoruz bence. Zaten şehirlerimiz, şehirdeki yaşama alışkanlıklarımız, varlığımız bir ahlaksızlık. Ahlaksızca, bencilce, türcü, erkil, efendi mantığıyla kurulmuş toplumların, kurduğu şehirlerde, koyduğu kurallarla yaşayan, gördüğü şeyden rahatsız olup bu rahatsızlığını görmediği birşeylerle gidermeye çalışan insanlarız bence. Bunu kabullenmiyoruz ama içinde yaşıyoruz ve evimizde neden bize muhtaç yaşadığını umursamadığımız kedinin-köpeğin şuanda ne yemesi gerektiğine biz karar veriyoruz.

Gerçekten çok hayvanseverce…

Bilinçaltından Derin Sızı: İslamafobi, islamcı çetelerin insan kaynağıdır.

Zulumü İslamda tekelleştirmeye çabalamak bence büyük bir haksızlık, ancak bu tekelleştirmenin en büyük dayanağını ne yazık ki orantısız zulüm ile müslümanlar sağlamaktadır. Diyelim ki “evet, gerçek islam o değildir” peki siz bu inançla doğup-büyüyen ve onunla olmaktan huzur duyanların böyle bir sığınakla aklanma hakkınız olabilir mi? Bu da apayrı bir sorumsuzluğun başka bir konusu. Nihayetinde; birileri gerçek ya da değil ama müslüman jargonla kafa kesmeyi, eline silah alıp insan öldürmeyi, kadınları pazarlarda satmayı, çocuklara işkence yapmayı sürdürüyor, bunu ellerinde kuran ile, ağızlarında allah ile yapıyorlar. Bunu gözümüz önünde, burnumuzun dibinde yapıyorlar. Aşağı ve yukarı mahallelerimizden Müslüman gençler de, bu cinayete ortak olma yolunda ellerinde kuran, ağızlarında allah olup insan başı kesen örgütlere katılıyorlar. Bunlar tarışılırken, müslüman birileri de çıkıp, cinayet işleyenlere tek kelime etmezken, onları eleştirenlere “onlar gerçek müslüman değil, islam bu değil” diye müdafa pozisyonuna geçmekteler. Bu durumda, “islamın gerçekten bu olmadığına” en başta “islamın adıyla bunları yapanların” cinayetlerine karşı tepki göstererek başlanması gerekir.

 
Aynı zamanda gerçekten insan kafası kesmeyecek çoğunluğa düşüncesizce psikolojik savaş yürütenler, onları gerçekten biraz daha ileri iteklerken bu zulümü bitireceklerine eminler mi? Ben olsam biraz emin olmaya başlamadan, toplumsal ve kültürel normları dikkate almadan, sonucunu öngörmediğim bir hiçbir harekete geçmezdim. Sonuç itibariyle müslüman doğmaktan ve buna inanmaktan çare bırakılmayan toplumun tabanından insan kaynakları bulan bu tip örgütlerin insanları militarize ederken kullandığı bir yöntemde, bu sorumsuzca yaklaşımı bir propaganda malzemesine çevirmektir. Toplumsal tabanda ne yazık ki entellektüellerin ve aydınların çok uğrak yeri değildir. Bizim bu coğrafyadaki entelejansiyamızın şablonu daha çok; nezih ya da politik cafeler&barlar bilinen arkadaşlarla gidilecek ve ve o arkadaşların dışında toplumsal iletişimden arındırılmış manzaralı oturma, içme ve sohbet etme alanlarıdır. İletişim alanıda ne yazık ki sosyal medya gibi alanlardır. Yani toplumsal gerçekliği tahlil etmeden; varoşlarda, taşrada islam ile büyüyen ve vicdan sahibi olan insanlarında  değerleri olan şeylere hakaret etmenin, eleştirmenin haddinin aşılmasının, nefret ve aşağılama kampanyasına dönüştürmesinin, küfürvari sloganları kusulmasının doğurduğu sonuçları umursamamak hem sosyal bir şovenizmin militanı olmak hemde karşı tarafın insan kaynağı olarak girdiği taşralarda, varoşlarda propaganda malzemesine dönüşmek demektir. 
“Başka bir dünya mümkün” olabilse de ve biz bugün o dünya için mücadelemizi yürütüyor olsakta, başka bir dünyayı, buradan başka bir yerde değil, tam da bu dünyada öreceğimiz gerçeğini unutmadan, faşizmin insan kaynağı edindiği yerlerde, insanları militarize eden ve faşist çetelerin kendini, toplumsal tabana meşru kılmayı başardığı söylemlerden kaçınmalı. Bir topluma ve inanca topykeün savaş açmak yerine, tüm toplumlardaki ve inançlardaki şiddete karşı mücadele ettiğimizi daha da belirgin hale getirmemiz gerekmektedir.

İntihar demek vicdansızlıktır

İçimizdeki iktidarı söküp atmadıkça, dışımızdaki iktidara karşı savaşımız iki yüzlü olmaya mahkum kalacak. Bugün, Eylül Cansın’ın anısına, içimizdeki iktidara tekrar değineceğim. Seni ve nicesini; en faşist iktidarın ellerinden kurtaramadık, bize küfret Eylül Cansın, biz ne yazık ki affedilmeyi hak etmedik…

Çevremizde bir çok devrimci, sözüm ona faşizme karşı mücadele içerisindeler. Oysa bu çok “dar” bir mücadeledir. Çünkü faşizmi kendi iktidarlarına çizdikleri sınır kadar açıp, bu sınırın dışarısında kalan otoriteye, egemenliğe karşı yürütüyorlar mücadelelerini. Bunlar en darından söylemek gerekirse; insan ile insan arasında basit çıkar ilişkileri üzerine kuruluyor. Halbuki elbette hepimiz bu dünya üzerinde birşeyler tüketerek yaşayabiliyoruz, fakat bugünki hayatımızı “yaşamak” olarak adlandırıp kendimizi paklamamız da vicdan boşalmasından başka hiçbir şey olamaz. Bizler hastayız, bize benzemeyen herşeye karşı aşırı saldırgan hastalarız ve bu toplum denen sürünün tabanında yaygın bir hastalık. Bu hastalık; dünya üzerinde göz alabildiğince görülen herşeye sahip olduğumuzu sandırıyor bize, bir türlü bizim de bu dünyadaki herşeyle birlikte olduğumuzu kabul edemiyoruz. Bunu düşünmeyelim diye, sorgulamayalım diye; dini, ulusal, modern bir sürü delisaçmalığı var. İşte biz bu delisaçmalığına kapılmış bir halde, o denli kan yoksunluğu çekiyoruz ki, kendi içimizde bize benzemeyen birilerini arıyoruz saldırmak için. Farklı dil konuşanlara, farklı inanca sahip olanlara, farklı renklere, farklı cinsiyetlere, farklılığa saldırıyoruz. Bize benzemeyen herşeye saldırmak meşruymuş gibi geliyor. Faşizmi; “sınıflararasına” “milletlerarasına” sıkıştırmak, daralmak çok yanlış, faşizm daha basit anlatılabilir; “Faşizm, farklılık düşmanlığıdır” bu kimi zaman bir patronun işçiye, kimi zaman bir ulusun azınlığa, kimi zaman bir erkeğin kadına ve kimi zaman da bir toplumun Eylül Cansına ve nice arkadaşına saldırısıdır. Devrimci tabanda bile, homofobi, transfobi gibi faşist hastalık alışkanlıkları varken ve bunlar bugün tartışılmamışken, LGBTİ bireylerin mücadelelerine omuz verilmemişken “emek” diye daralarak anti-faşist mücadele diye tanımlanmak bile paradoks değil midir? Tüm ulusların da üstünde, toplumların kadınları, doğayı sömürüsü küresel bir emperyalizm değil midir? Kapitalizm, bu toplumun kolonları arasında; toplumsal rolleri biçmişken kadınlar ve LGBTİ bireyleri ezerken, ezilenlerin öfkesini “insana ve daha çok erkeğe” dayalı ekonomi dengesine indirgemek haksızlığın dik alasıdır. Hiçbirimiz; bu yükseltiyi göremiyoruz. Patriyarka en başında cinsiyetçiliği, sonra emperyalizmi ve kapitalizmi körüklüyor, tüm bunların tarihinin zirvesinde duruyorken, emperyalizme ve kapitalizme karşı normlarda patriyarkanın en büyük mağduru olan LGBTİ ve kadın bireyler niyeyse mücadele kavramında gerektiği kadar önemsenmeden, pratikten yoksun ve teoride karşı en son ilkeler olarak duruyor. Şimdi kendisinin hayatını önemsemesi ve dertlerine çözüm için mücadele etmesi gereken devrimcilerin bile sınıfta kaldığı şu hayatta Eylül Cansın’ın ölümüne intihar demek vicdansızlıktır. Eylül, bu toplum tarafından 24 yıl sürekli linç edilmiş ve geçtiğimiz gün ne yazık ki can vermiştir. Onu öldüren, içimizde yaşayan diktatördür. Onu öldüren, içimizdeki iktidardır ve içimizdeki diktatöre karşı savaşmadıkça, onu yok etmedikçe, şimdi onu konuşmak, sadece politikadır. 

Koca Kayanın hikayesini biz yazıyoruz.

Adalet ve Özgürlük istedik, koca bir kaya gösterdiler bize. O koca kaya, altında nice halkı, nice dili, nice kimliği, nice kadını, nice çocuğu, nice hayvanı, nice canlıyı, nicemizi ezen bir kayaydı. O kayanın altında son Wıbıh vardı, o kayanın altında kendilerine fedailik yapmış bir adamın çekişmelerinden sonra hain ilan edilmiş koca bir halk vardı. Adamın adı Ethem idi, halkın adı Çerkes idi. Sadece Ethemler değil, Saidler, Suphiler, Nazımlar vardı. Sadece Çerkesler değil, Ermeniler, Rumlar, Kürtler vardı. O kayanın en başında; bu kayanın altında “Türk olmayanlara tek bir hak tanınıyor”du, o da “kölelik etme hakkı”ydı. Adaleti ve özgürlüğü; Türk olmayan ve sadece kölelik etme hakkı tanınan tüm Türk olmayan çocuklar, kadınlar, yaşlılar için istedik. Dediler ki öyle güzel istemeyin, biz böyle güzel kaya olmadık. O kayanın çevresinde 72 milletten onbinlerce adam, onbinlerce adam gibi kadınlar; gürültü, çığlık, bağrış, çağrış, nefret söylemleri, küfürler ediyorlardı. Birileri ise elini o kayanın altına sokuyorlar, ellerine kangren bulaşıyor, milim milim, an an ölüyorlardı. Ölenin yerine hemen bir başkası geçiyor, kaya da milim milim -an an kalkıyordu. Kayanın etrafında gürültü koparanlar, kayanın altına elini sokanlara akıl veriyor, küfür ediyor, bağırıyor, çağırıyordu. Elini kayanın altına sokanlar, kayayı milim milim kaldırıyor, ellerine kangren bulaşıyor, milim milim, an an ölüyorlardı. Ölenin yerine hemen bir başkası geçiyordu. Adalet ve Özgürlük istedik, bize o kayayı gösterdiler. Ellerini kayanın altına sokanları gördük, onları işittik, tüm gürültü arasından, tüm bağrış, küfürlerin arasından elimizi o kayanın altına sokmak için sıramızı bekledik. Şimdi bu sıra bizde, elimizi kayanın altında soktuk, kaya bize milim milim, an an kangrenini veriyor, bizde kayayı milim milim kaldırıyoruz. Bize benzeyen birileri, bize gürültüler koparıyorlar. Sesimiz yerine, biz ölünce yerimize geçeceklere ulaşsın.

İşte Fırsat, Haydi Çerkeslik Yapalım (Jıneps Ocak 2015)

Şartlar iyi değil, ama alışığız biz bu şartlara. Daha kötü şartlarda da bir arada olma
iradesini gösterebildiğimiz bir tarihe sahibiz ve tarihin bize miras bıraktığı tecrübeyle
bu şartları aşabiliriz. Aşmak zorundayız da biraz. Tükenecek çok şeyimiz kalmadı,
bu noktadan sonra artık ya “iradesini ortaya koyabilen bir HALK” ya da “kopan
gürültülerin sancısında yiten bir HALK” olacağız. Bu kötü şartların, oluşabilecek
en iyi atmosferlerinden biri gelişiyor. Örgüt temsilcileri, farklılıklarından ziyade
ortaklıklarından bahsedip, neden bir araya gelmemiz gerektiğini seslendiriyorlar.
Doğru söylüyorlar, çünkü artık “yok olmak” bir hikayeden daha yakın, çünkü artık
yok oluşun fiziği gözümüzü kaçıramayacağımız kadar yakınımızda. Burnumuzun
dibinde. Bunu göremeyenlerin ortak yönü, kendi tarihinden kopuk olmalarından
başka nasıl izah edilir? Bireyin yaşamdan beklentileri ve toplumu için özel endişe ve
arzuları olsa-da, toplumu kendini yok eden bir krizin içindeyken bireysel algılarıyla
hareket ederek bu krizi derinleştirmenin başka nasıl bir izahı olacaktır. Bu krizi
her zamankinden daha fazla dikkate almalıyız ve her zamankinden daha fazla
ödün vermeliyiz kendimizden, vermeliyiz ki; bu kriz bizi bitirmesin, biz bu krizi
bitirelim. Şimdi toplumu adına endişe duyduğunu beyan eden, bunun için örgütlenen,
düşünen, çabalayan her insanımızın görevi, toplumu bir araya getirecek fedakarlığı
kendinden, örgütünden, çevresinden başlayarak topluma nüfuz ettirmektir. Bunu
bir şekilde reddetmek, bugün olgunlaşan büyük bir fırsatı deperek yarın iliğimize
kadar dayanan krizde pay sahibi olmak olabilir. Bu sorumluluk iyice düşünülerek
hareket edilmelidir. Kriz ne kadar derine nüfuz ederse etsin, yarın o krizi hisseden
her Çerkes bireyi, bugün yapılan yanlışın hesabını, bu krizin derinleşmesinde pay
sahibi olacak herkese tek tek soracaktır. Dilimiz, kültürümüz ve bilincimiz yitse
bile, tarihimiz kalacaktır nihayetinde. Tarihte krizin sorumlularını arayan ve hesap
soracak olan nesillerde çıkacaktır. Bu zamandan sonra hiçbir şey, bir bilinmez
olarak asla kalmayacaktır. Tüm bunları düşünmek “dün” “bugüne” ve “yarına” karşı
sorumlu olmak anlamını taşır. Bizler, bugün dünden gelen müştereklerimiz etrafında,
bireysel farklılıklarımızı bir kenara koyarak bugünleri oluşturabilirsek, yarınlar için
yükselen bir umudun başlangıcı olabiliriz. Bugün, bunu yapmamız için tüm şartlar
ortadadır. Buna engel olacak tek şey, bu şartlara uygun davranmamak, bireysel
farklılıklarımızı toplumsal uzlaşmamız önünde engel tutmaktan başka hiçbir şey
değildir. O halde sesleniyorum; daha fazla tükenecek bir şeyi kalmayan halkımız için
üretin! birlikteliğimizin, irademizin şartları üretin ey Çerkes halkının aydınları. Bu
artık hepimizin boynunda, yarına ödememiz gereken bir borçtur!

Bu yazı, Jıneps Gazetesi’nin Ocak 2015 sayısında 12nci sayfada yayınlanmıştır.

Birleşik Haziran Hareketi (BHH) ve biz: Çerkesler.

Gezi sonrası Türkiye batısında hareketlenen sol politik yapı, bir çok söylem ve pratik sergiledi. Gezi, henüz parktaki kolektif yapısının içindeyken, oradaki birikime “kaynak” muamelesi yaparak kendi örgütlerinin propagandasının peşine düşen ve parktaki itirazın sadece nesnel ideolojik yönlerine katılıp ya da en azından katılmış imajı yaratıp; parkın içinden bütüne dönüşen itirazın herhangi bir tarafı olmayan örgütler; taksim’de vücut bulan dayanışma pratiğini, sol propaganda havuzlarıyla sömüre sömüre bitiremediler. Her an, teorik olarak öne sürdükleri ve karşıt her harekete etiket ettikleri “emperyalist” yaklaşımın ta kendisine dönüştüler. Bugün adeta kanlanmış bir bit gibi, birbiriyle alakasız bir çok örgüt; hep “gezi” jargonlu bir propaganda programının sürdürücülüğünü yapmaktadır. Hepsini bu kefeye koymak, bu kefede değerlendirmek elbette haksızlık. Fakat aslından değişen ve başkalaşan, başkalaşmışlarla ortaklaşan örgütleri de tenzih ederek bunların hala ihtimal olan en ufak dayanışma umutlarını baltalamasına müsade etmekte büyük bir haksızlık olur. Haksızlık etmemek lazım. Bizler, HDK sürecinden bu yana bu hareketin içerisinde yer almış Çerkesler olarak, arkadaşlarımız HDP’de siyaset yapmakta olan Çerkesler olarak, HDK/P’ye katılım sürecimize eş ve eşit olarak BHH’nin toplantılarına da katılmış ve gözlemci arkadaşlarımızın notlarını tartışarak bazı fikirleri öne çıkardık ve artık bunu halkımızla paylaşmak gereği duyuyoruz. Bu gereği, Gezi direnişine aktif olarak katılmış Çerkesler olarak duyuyoruz, aynı zamanda parkın içindeki kolektif koordinasyonda yer almış (Sivil İnisiyatif, Taksim Dayanışması) Çerkesler olarak duyuyoruz, aynı zamanda kurulmuş barikatların sıcağını hissetmiş, faşistlere karşı aktif mücadelede en ön barikatlarda direnmiş Çerkesler olarak duyuyoruz, aynı zamanda “parklar bizimdir” hareketiyle istanbulun tüm parklarındaki halk meclisleri kurulumuna katılmış, “Abbasağa, Yoğurtçu” başta olmak üzere İstanbul, Antalya, Bursa, Kayseri, Sakarya, Düzce” deki tüm forumlarda aktif katılımcılar olarak görev almış Çerkesler olarak duyuyoruz. Antalya’dan – İstanbul’a “Gezi özelinde, Türkiye genelinde” adalet talebiyle yürüyüş düzenleme iradesini ortaya koyan Çerkesler olarak duyuyoruz. Aynı zamanda; halkı için talepleri olan, talepleri için eylemler düzenleyen, Çerkes Soykırımı ve Sochi için, Çerkesya’da faşist saldırılarda öldürülen Aşine için sokağa çıkan Çerkesler olarak gerek duyuyoruz. Sendika hareketleri içinde burjuvaziyle uzlaşma tanımayan işçi hareketlerinin içinde bulunan, işçi olan Çerkesler olarak gerek duyuyoruz. Bizler, sokaklarda Çerkes kimliğimizle; Barışı, kardeşliği, Adaleti ve Özgürlüğü talep etmiş, eden ve edecek olan Çerkesler olarak BHH’nin son günlerde ilgili Çerkes örgütlerinin gündemine taşıdığı tartışmalarda; en başta işçi, emekçi kimliğimizle, gezinin ruhunun bir parçası olmuş Çerkesler olarak, kör fanatik olmayacak kadar akılcı, gerçekliği kavrayıcı ve aktarıcı kadar bilimsel ve ihtiyaçlarımızı bilecek kadar farkındalık içinde Çerkesler olarak kendi adımıza düşeni söylemekteyiz.

Gezide öne çıkan dayanışma söylemlerinin sadece parkın içindeki forumlarda en basit tabiri ile kemalist laisizm ile bir parçası olmuş bir çok kişi ve örgüt sahipleniciliğini yapmaktadır. Oysa Gezi’yi oluşturan iradeyi ortaya koyan şey kemalist laisizm ve bunun talepleri değildir. Bunu böyleleştiren şey; mevcut iktidarın anti-laisist söylemleridir. Bu söylemlerle perdelediği faşist uygulamaları, hırsızlıkları, doğa, işçi ve kadın düşmanlıklarıdır. Bu düşmanlığa karşı oluşan doğal karşı koyumun iktidardan önce uzun yıllar hüküm sürmüş kemalistler tarafından kuşatılması ise o düşüncenin sömürgeci mantığının bir örneği olmaktadır. Bugün biliyoruz ki; her ne kadar eskisi kadar güçlü olmasa bile, halen medya organları olan bu düşünce, Gezi’de ortaya koyulan iradeyi bugün elinde olan medya güçleriyle sahiplenmek için inanılmaz bir propaganda süreci başlatmıştır. O derecedir ki; bu topraklarda anti-laisist düşünceyi iktidara taşıyan insanların gözünde Gezi; kemalist bir “kalkışma” imajındadır. Normal şartlar altında, kaynağını “dindar” tabandan alan iktidarın bu imajı yaratması gerekirken, Kemalistler medya organlarıyla bu imajı, iktidardan önce yaratmış ve Gezi’yi başkalaştırmıştır. Bizler pratikte dayanışan bir Gezi’yi, direnişe dönüştüren alanlardaki Çerkesler olarak, “birlik-beraberlik ve zafer” söylemleri olan hareketlere en başta, siz hangi Gezinin örgütüsünüz diye sormak durumundayız. Bu bizim Çerkesler olarak halkımıza karşı sorumluluğun en temel ihtiyacıdır. Zira bizler; olagelmiş Gezinin içinden çıkmış ve o ruha şerhi olmayan kişileriz, fakat o ruhtan çok uzakta, hiç içine girmeden, olmasını istedikleri gezi’nin peşinde propaganda yapan bir çok örgütün programını, halkımız için tehlike olarak görmekteyiz ve bunun için haklı nedenlerimiz; tarihte tüm ağırlığıyla mevcuttur. Bu soruya; BHH’de hiçbir cevap çıkmamıştır. Sosyalizmin teorik maddeleri dışında, bu coğrafyanın pratik tarihleriyle ilgili, halkımız adına duyduğumuz endişeyi ortadan kaldıracak herhangi bir cevap bulamamaktayız.
Bizler HDK/P içinde aktif mücadele yürüten Çerkesler olarak sıkça “Kürtçü” olmakla itham ediliriz. “Kürtçü” olarak itham edilen sadece Kürtlere karşı uygulanan faşizmle mücadele eden Çerkesler değildir, aynı zamanda Türkler de dahil olmak üzere neredeyse tüm halklardan “Kürtçü” ithamına maruz kalmış insanlar vardır. Tarihte çeşitli tarafların ağzına sakız gibi dolanmış “Kürtçü” ithamının kökeninden, amacından ve sonucundan yola çıkarak süren bir tartışmada “Kürt Metaforu” olarak tanımladığımız bir durum sonucu ortaya çıktı. BHH’nin içinde ve çeperinde bulunan kişi ve örgütlerin bizim “Kürt Metaforu” olarak tanımladığımız bu düşünceden ne kadar uzak olduklarına dair en ufak bir fikrimiz yoktur. Çünkü toplantıda ortaya çıkan durum, Kürtlere karşı bastırılmakta olan bir “duygu”dur. Kürt Metaforu olarak tanımladığımız durumu da hemen anlatayım: Kültürel hakları için taleplerini ortaya koyan ve bunun mücadelesini yürüten Türkiye’nin bütün Arapları, Ermenileri, Çerkesleri, Lazları; Kürtçüdür. Çünkü Kürtler; asimilasyona, baskıya ve işkenceye karşı en aktif savaşı yürütmüş, iradesini ortaya koymuş bir halk olarak, diğer halklarında kazanımlarında kanı-canı bulunan ve bu ülkede etnik faşizme karşı direnişin tarihini yazan başarılı, iradeli, örgütlü bir halktır. Bugün asimile olmakta olan en başta Çerkes halkının, örgütlülüğü emsal olarak alabileceği tek halk Kürt halkıdır. Bu topraklardaki tecrübeleriyle Çerkes halkının mücadelesine ışık tutacak tek halkta Kürt halkıdır ve Kürt halkının mücadelesinden ilham ve cesaret alarak mücadele yürüten Çerkesler Kürtçüdür. Fakat buradaki Kürt; asimilasyona, baskıya, işkenceye karşı savaşma anlamındadır. Bir metafordur. Bu anlamda hiçbir zaman Kürtlerle karşılaşmasa dahi; halkının temel hakları için mücadele yürüten Çerkesler, birileri için Kürtçü, Kürtler gibi, vs. olmaya, böyle anılmaya mahkumdur. BHH’nin Türkiye’deki halkların asimilasyona karşı mücadelesi ve siyasetiyle ilgili nasıl bir düşüncesi ve bakışı vardır, dahası sadece düşünce ve bakışın dışında; o halklarla nasıl bir dayanışma zeminini öngörmektedir. Ya da bunu hala öngörememiş midir? 
Emekçi mücadelesine gelince, hareketin işçi sınıfıyla ilgili söyledikleri elbette takdire değer bir haldir, fakat zaten bu “biz sosyalistler” demenin en temel dayanağı olduğundan, işçi sınıfıyla ilgili birşeyler söylemesi değil, söylememesi garip olurdu diye düşünüyorum. Emek safında birleşmenin temel koşulu, halkların taleplerine ve ihtiyaçlarına körelmek değildir. Gezi üzerinden bugün içinde olduğumuz hareketin eleştirilmesi kemalist laisizmin medya organlarıyla yaptıgı propagandaların yarattığı etkinin kolaycılığıdır ve buna karşı BHH içerisinde gelişen muhalefeti takip ediyoruz. Gezi Parkında ve tüm Türkiye’deki yankılarında; HDK/P’nin bileşeni olan bir çok örgüt en aktif biçimde varken bunu bugünde en aktif bileşenlerden olan tek bir örgütün bir kaç söylemiyle inkar etmeye kalkmak ciddi bir güven sorunu yaratır. Bizler de bu sorun kesinlikle vardır. Kaldı ki tüm o “söylemlere” rağmen parkı haftalarca ayakta tutan en temel dinamiklerden biri de o gün “BDP” olan hareketin tabanı ve o tabanla dayanışma içerisinde bulunan örgütlerin varlığıdır. Bizler bunları bir sorun olarak görmekteyiz ve halen kesin bir sonuç içerisinde olmasakta, bu sorunlar ortada durdukça daha iyi bir yaklaşım sergileyemeyeceğimizin anlaşılmasını isteriz. BHH’deki Çerkes varlığın hareketleride incelemekteyiz. Bizler; en basit söylemle, kendini “sokağa ait” adleden bu hareketin birleşenlerini, sokakta görmeyi de ummakta ve öznelden başlayarak genele ulaşan taleplerimiz için yürüttüğümüz mücadelenin bir yerinde görmeyi arzulamaktayız. Bir söz “lafla peynir gemisi yürümez” der. Salonlarda sıkışarak sokakta kazanılmayacaktır.
İşçi hareketinden, Halkımızın taleplerine kadar bir çok ortak nokta bugün ortada. Bugün bunları sırtlayan insanlar, bunlara savaş açanlarla mücadele eden insanlar olarak; beklediğimiz tek şey, bir birlik ve beraberlik söylemiyle yola koyulan tüm hareketlerin, salonlardan sokaklara taşması ve faşizme karşı kesin tavır konmasıdır.

Müştereklerimiz için kaynak

Birlik ve Beraberlik üzerine__*
Yaşadığımız dünyada, dünyayı paylaştığımız diğer canlıların temel ihtiyaçlarını karşılamak için sahip oldukları donanımlarına kıyasla çok zayıf konumda olmamıza rağmen, insanlar olarak müşterek hareket edebilmemiz, bizi yaşadığımız dünyaya yön verebilecek güce sahip canlılar yapabilmiştir. Müşterekleri oluşturan tarihsel serüvende, bu gücün farkında olan ve bu güce ne yazık ki hükmederek yanlış kullananların bir sonucu olarak hem insanın-doğaya ekolojik hemde insanın-insana politik olarak çıkardığı krizler tartışmaya açıktır. Fakat burada, sorun; insanın müştereken yaşamayı başarabilmesi değil, müşterek bu yaşamı kendi siyasi hareketine kanalize eden kötü bir niyetin varlığına ve sonuçlarına rağmen, müşterek bu yaşamı daha huzurlu ve güvenli bir harekete kanalize edecek olanların hala müşterekler etrafında tutunmayı anlayamamasıdır. İnsanın tarihte inkar edilemez bir şekilde müşterekleştiği evreler; “aile, sülale, kabile, millet, ulus, devlet” olarak görülmektedir. Müştereklik; amaç için güçlenmektir. Amaçlar ne kadar değişirse değişsin müştereklik, amaca giden yolun temel gücü olarak durur. Müşterek olmak, insanın aciz yapısını ortadan kaldıran, cılız gücü ve enerjisini bir güce dönüştüren bir değerdir. Bugün amaçlarımız için müşterek olarak, amacımıza giden yolda aciz kaldığımız herşeyi ortadan kaldırmak ve cılız gücümüzü-enerjimizi amacımız için bir güce dönüştürmek zorundayız. Bunu ancak, müşterek olabileceğimiz bir amaç sabitleyerek başarabiliriz. Müşterek olabileceğimiz bir amacı yaratabilmek için, kibrimizi, nefretimizi, egomuzu ortadan kaldırmak, gerçeğe farkındalık içinde dokunmak, anlamak, aklımızı çalıştırmak zorundayız. Çerkesiz, diyoruz; bu ne insanlığın üstünde, ne de altında bir durum. Çerkes olmak, dünyanın diğer halklarından daha güçlü ya da daha zayıf olduğumuz veyahut olabileceğimiz bir şey değil. Çerkes olmak; bizim hiçbir çaba sarf etmeksizin, tarihin bizi müşterek kıldığı ve müşterek tarihimizi ördüğü sonucun ibaretidir. Sadece tesadüfen Çerkes olmakla; ne tarihin gelişiminde doğurduğu olumsuzluklardan kurtulunabilir ne de olumluluklardan pay çıkarılabilir. Bugün ise Çerkes olmanın bazıları nedzinde nedense yüksek bir değeri, pahabiçilemeyen bir önemi ve konumu vardır. Eğer böyle bir şey mümkünse, bu tamamen tarihin bizi müşterek kıldığı evrelerde, tümümüzün geçmişi sayılabilecek insanlarımızın (atalarımızın) sorunlar karşısındaki çözümsel yaklaşımları, gelişen etkilere karşı özgün tepkileri veya tarihte kendilerine özgün yarattıkları etkilerinden kaynaklanmaktadır. Eğer Çerkesliğin, tarihte tehlikelere karşı savunmalarında, toplumsal ilişkilerindeki şeffaflıkta, yaşam biçimlerinde ve doğayla aralarındaki bağlarında muazzam bir çekiciliği varsa bu hepimizin tarihidir ve övüncüdür. Ancak, bu övünç kaynakları bir Çerkesin, kendi yaşadığı çağdaki tutumuyla örtüşmedikçe, övündüğüyle yaşadığı arasında muazzam farklar varsa, bunun bir değeri yoktur. Övüncü ile yaşamı çelişen, bir de; övüncünü zırh yaşamını amaca çevirenler ise kendi tarihlerini sömürenlerden ibarettir. Tarihinin övüncünü oluşturan karakterden çok uzakta bir yaşam sürerken, övüncünü bir zırha çevirip; halkı için çabalayan insanlara saldırmak ise, kuşkusuz ki yoksun olduğu karakteri örtmeye çalışmaktan başkası olmayacaktır. Bizler, müşterek tarihimizin bize sunduğu tüm farklılıklarımızı ileriye taşımak ve gelecek nesillerle paylaşmak zorundayız. Fakat bugün ne yazık ki, ileriye taşımak bir kenara dursun, onun yavaşça yok oluşunu görmekteyiz. Bunu görmemek için kelimenin tam anlamıyla kör olmamız gerekiyor. Bunu görerek, yokmuş gibi davranmamız içinde aptal olmamız gerekiyor açıkçası. Buna karşı çözüm üretebilmek, müşterek tarihimizin adını kullanıyorsak, bununla övünüyor, bununla yaşıyorsak; boynumuzun borcudur. Müşterek tarihimizin sonuçlarıyla yaşadığı halde, bu tarihten bihaber ve onu görmeyen insanların bunu anlayabilmeside çok zor. Daha önceki yazılarımda belirttiğim üzere; tarihi 1864ten sonra başlayan bir Çerkes jenerasyonu, 1864ten sonra yaşadığı tarihe hükmedenlerin kendilerine biçtiği bir misyonlara tutunmakta ısrarcılar. Çünkü o tarihe dahiller. Fakat Çerkes tarihi, o tarihi de kapsamakla birlikte, o tarihi oluşturan sebepleride kapsayan ve çok daha eskilere uzanan bir tarihtir. Bugün ise başımızdaki en büyük bela, müşterek tarihin derinlerinden bugüne uzanan tarihin, 1864den öncesi için bize karartılması ve 1864ten sonrası için bize yazılmasıdır. Bu belayı paramparça edip, 1864ten öncesi için bize karartılan tarihimizi aydınlatmadan ve tekrar, müştereklerimizle, müşterek tarihimizin bize miras bıraktığı özgün varlığımızı yok oluşun ellerinden kurtarmamız nasıl mümkün olabilir? Bugün bizi asgari müşterek kılan şeye Çerkeslik diyoruz. Bu bir toplumsal sözleşmedir ve bu sözleşmenin bir dili, bir vicdanı ve hukuku vardır. Tarihin bizi kıldığı bu müştereklik, bu toplumsal sözleşme ve onun değerleri; bugün her sınıftan ve görüşten Çerkesin ortak değeridir. Hiçbiri, bunda bir diğerine göre daha fazla hak iddia edemez. Her biri, kendi stratejileri çerçevesinde sorumluluklar edinebilir ve faaliyetler yürütebilirler. Fakat, bu sorumlulukların ve faaliyetlerin amacını; müşterek oldukları tarihi başka yöne çekecek biçimde tayin etmemelidirler. Zira bugün, müşterek tarihin hepimize eşit bir şekilde ve sorumlulukta miras bıraktığı değerler büyük bir tehdit altındayken, böyle bir tehdidin varlığını yok sayarak hareket etmek, bu tehdidi derinleştirmekte ve toplumumuza dahada iliştirmektedir. Müştereklerimi etrafında kenetlenmeli, müşterek tarihin bize miras bıraktığı değerlerimiz için endişelenmeliyiz. Bu endişelere karşı çözüm yolları düşünmeliyiz. Bu çözüm yollarını tek-tipleştirmekten ziyada, her türlü çözüm yolunu irdeleyerek; müşterek mirasımızın üzerindeki tehlikelere karşı örgütlenmeliyiz.
-Birlik ve beraberliğin önemi-


Bir amaçta netleştikten sonra, o amaç için güçlenilir. Amacı dallandırıp-budaklandırmaya, dolandırmaya, çeşitlileştirmeye hiçbir gerek yoktur. Zaten bugün, esasını aldıkları adla, mücadele verdikleri kulvar arasında adeta herkes “Çerkes” için biricikleştiğini iddia ediyor. Ancak yaşanılan tartışmalar ve son durum bize; “Çerkes” için biricikleşilmediğini, Çerkesleri “bir şey” için biricikleştirdiklerini göstermektedir. Bu durum hakkında, herhangi bir Çerkesin herhangi bir itirazı veya desteği olabilir. Örnek vermek gerekirse; Müslüman bir Çerkesin, islam ile alakalı bir biricikleşmeyi destekleme ve islama aykırı bir biricikleşmeye itiraz etmesi, buna karşın başka bir Çerkesin, islam ile alakalı bir biricikleşmeye itiraz etmesi ve islama aykırı bir biricikleşmeyi desteklemesi gibi, çokta çoğaltılabilecek durumlar gösterilebilir. Yani, herhangi bir Çerkesin, Çerkesliğinin tam önünde ya da arkasında taşıdığı ikinci kimliği mutlaka vardır, fakat bu ikinci kimliğe dayalı bir yolun Çerkes halkını tamamen temsil etme gibi bir şansı yok denebilecek kadar zayıftır. Bugün, adına-hareketine-örgütüne Çerkes koyanlar her yapının bunları iyice anlaması, araştırması, tartışması ve karar vermesi gerekir. Çerkeslik bir davaya mı entegre edilecek, yoksa amacı Çerkes Diasporasının dün yaşadığı problemleri anlayan, bugün yaşamakta olduğu sıkıntıları kavrayan ve yarına sorunsuz bir Çerkeslik bırakmak isteyen bir Çerkes davası, halkının zihnine entegre edilecek? Açık olmak gerekirse, ikiside bir sorumluluktur. Fakat sorumlulukların bulundukları şartlara göre asgari sıralamaları da vardır. Bugün Çerkesler, bir davaya entegre olacak düzeyde birikim sahibi değillerdir. Hatta, yaşadıkları bölgelerde egemen olanların onlar için biriktirdiği suni vasıflarla, etkisinde kaldıkları egemenlerin biriktirmek istedikleri yere dolmaya hazır ve nazır durumda olduğumuzu söylemek bile mümkün olabilir. Önceki yazımda-da belirttiğim gibi, belki bu sorunların bir çok nedeni vardır, fakat temeli; kendi müşterek tarihinden uzaklaşması ve başkalarının kendileri için yazdığı tarihe tutunmasıdır. Bu sorunları gerçekçi olarak, bilimsel düzeyde ele almak ve bugün Çerkes Diasporasının tarihinden kopuk yapısını, tarihine yakınlaştırarak toplumsal vicdanı oluşturmak gerekir. Bugünlerde birileri tarafından söylenen o “toplumsal vicdan”ın kökeni, Çerkesya halkının müşterek tarihinin derinliklerinden gelmektedir. Çerkesya halkının Türkiye kopuntusunda ne yazık ki hem o vicdanı oluşturan tarih silikleşirken hem de o tarihin hepimizi müşterek kaldığı mirası tehlikeye girmektedir. Çerkes halkı, kendini müşterek kılan tarihinden uzaklaştıkçada, başkalarının kendileri için yazdığı tarihte ne yazık ki istenildiğinde katil, istenildiğinde kahraman olmaya, o tarihi yaşamaya mahkum olacak ve bu mahkumiyet, diasporanın tarihinden tamamen uzaklaşması ve müşterek tarihinin kendine miras bıraktığı değerleri de tamamen yitirmesiyle son bulacaktır. İşte bizim içinde, farkında olmadan hızla gittiğimiz yerde ne yazık ki bu sona varımdır. Çerkes halkının bu “sona varıma” gidişini durdurmak için bir çok yol olsada, bugün içinde yaşadığımız şartlar ne yazık ki her yol için bazı sorumlulukları yükümlü hale getirmektedir. Bu sorumluluklar gözardı edilerek, yokmuş gibi davranılarak, “at gözlüğü” ile bakılarak gidilecek türden değildir. Kişiler, kendilerini ne kadar geliştirirse gelişltirsin, kendilerini ifade edecekleri kitlelerin, o kişileri önce dinleyebilmesi ve en önemlisi de sonra anlayabilmesi gerekir. Halbuki bugün, son 150 yıldır yoğun bir şekilde bize tarih yazan egemenlerin tarihini yaşamaktan ötesi olmayanlar büyük bir çoğunluk içinde ve ne yazık ki kendilerini kontrol eden bir otokontrolle, bazı şeyleri duymamakta kararlılar. Onların bu kararlılığı özgün bir irade olmamakla birlikte, kabul etmek gerekir ki söz konusu olan bir irade de, ancak onlarla mümkün olabilmektedir. Hiç kimse onlara rağmen, onları dışlayan ve Çerkes halkını kapsayan bir iradeden söz etmemelidir, zira bu durum; bugünlerde diasporada en çok raslanan “siz kimsiniz ki çerkesleri…” tartışmalarını doğurmaktadır. Bu tartışmalar ise toplumsal olarak asgari düzeyde uzlaşabileceğimiz herşeye zarar vermekle birlikte, bizleri müştereklerimizin çok dışında farklılaşmış bir kamplaşmaya itmektedir. Çerkesler, A-B-C-D olarak kamplaşıp, kendi içinde tartıştıkça, asıl problemleri görmemekte ve sona varıma daha da yaklaşmaktadır. Diyaspora olarak, sona varımın hangi aşamasında olduğumuzu tahlil etmeden, sanki henüz daha bunun başındaymışız gibi, çok hızlı bir şekilde bunu atlatabilecek güçteymişiz gibi davranma lüksümüz olmamalı. Fakat biliyorum ki, çılgın radikallerimiz var. Jineps Gazetesinin 2015 Ocak sayısında yayımlanması muhtemel olan yazımda bir itibar açlığından bahsedeceğim. İşte orada bahsedeceğim “İtibar Açlığı” burada bahsettiğim “çılgın radikaller” içinde geçerli. Bir düşüncede kamplaştıktan sonra, kendi kampımızda olmayanları suçlamak çok kolaydır. Sosyalist bir Çerkesin, milliyetçi bir Çerkesi eleştirmesi çok kolaydır. Müslüman bir Çerkesin, inançsız bir Çerkesi eleştirmesi de çok kolaydır. Bu eleştiri biçimi uzar gider, sonuçta; birbirine zıt iki anlayışın ilerleme alanı, birbirini eleştirdiği ve destek görebildiği genişlikte olur. Fakat esasında soru; herşeyin yerinde ve yeteri kadar olup olmadığı? Sınıf hareketini, kimlik hareketine bütünlemek Türkiye’de popüler olsa bile, bunu popüler kılan yapıların kimlik bilinciyle, Çerkeslerin kimlik bilincinin eşit olmaması ve bu durumun bu şekilde incelenmeden, tahlil ve analiz etmeden mutlak bir yolmuş gibi devreye sokması, acaba Çerkes Diyasporasının çoğunluğunda nasıl bir etkidir ve bir tepki doğurmakta mıdır? Gerçek sorunları, olağanca şeffaf bir biçimde önümüze koymalıyız. Kişisel bir tavır sahibi olmak, insanı yolunda karakter sahibi kılsa bile, kişisel tavrımızı tüm toplumsal inkara rağmen bir topluma dayatmak da toplumsal olarak gidilen bir yolda, eşit derecede kişiyi karaktersiz bir kişiye bürür. Hepimiz hayatımızın bir bölümünde yanlış yapabiliriz, ancak bu yanlışın esiri olmamak gerekir. Bu yanlışın esiri olmaya başladığımız an, bu yanlışı çürütecek her doğruya saldırarak, doğrudan saparız. Kibirli insan oluruz. Bizim, kişisel kibirlerle minimize olmaya değil aksine bu kibirleri yenmeye ve birlikte olmaya ihtiyacımız var. Bunu herkese anlatabilmek imkansız, ancak çoğunluk olabilmek mümkün. Çoğunluk olmak ise “Çerkesler” olabilmeyi başarabilmek demektir. Eğer birlikteliklerimiz bir biricik etrafında oluyorsa, biriciğimiz de Çerkeslikse, bu biricikler etrafında bir araya gelebilen zümrelerin amacı “Çerkesler” olabilmeyi başarmak değil midir? Bir daha hatırlayalım o zaman: Toplumsal müştereklerimiz etrafında toparlanamayacaksak, bu müştereklerimize rağmen, bazı başka gerçekleri-inançları-kavgaları bağırarak ayrılacaksak “Çerkeslere rağmen” nasıl “Çerkesler” olacağız? Peki Çerkesler olamadan hangi talebi, ciddiye alınacak güçte seslendirebiliriz? Eğer müştereklerimiz etrafında birleşebilirsek, Çerkesler olabiliriz. Nasıl ki Sosyalizmin müşterekleri, enternasyonali oluşturuyorsa ve “devrim” bu enternasyonalin gücü oluyorsa.. bir mücadeleye girişildiği vakit, o mücadelenin amacına yönelik müştereklerin bir araya gelip, bir güç oluşturması gerekir. Bu insanın toplumsal tabanlı tüm hareketlerinin şartlarından biridir. Örgütlenmek demek, müşterekler etrafında toparlanmak demektir. O halde tüm Çerkes örgütlerinin, müştereklerini ortaya koyması gerekir. Eğer müşterekler, Çerkesler ile oluşmuyorsa, örgütün kendine neden Çerkes öznesini seçtiğini de düşünmesi gerekir. Devrimci Çerkes örgütlerinin müşterekleri, devrimci gelenek- amacı da Çerkeslerle devrime girişmek midir ya da İslami Çerkes örgütleri? Ya da a-b-c’ci Çerkes örgütleri? O halde, kendi örgütlerine seçtikleri özne, Çerkesleri amaçlarına yönlendirmek için sayılabilir mi? Yani Leninist bir Çerkes, Leninizmi muzaffer kılmak için, bazı Çerkesleri Leninist mücadele için örgütlemek istiyor? Olabilir. Ya da Kemalist, ya da İslamist, ya da … halbuki onların örgütlü yapılarındaki bir çok çeperin kendilerine ulaşmasındaki en önemli şey, Çerkesliktir. Çünkü Leninistler için Leninist, Kemalistler için Kemalist, İslamcılar için İslamist mücadele yürütecekleri bir çok özgün hareket varken, yani aslında amacın kendisi, dallanıp-budaklanmadan ortada dururken, bunların Çerkesi, Kürdü, Lazı, Arabı vs. olmasının amacı nedir? Hiçbir fikrim yok. Bende, Çerkes halkının bir ferdi olarak, Çerkesleri asimile eden sebeplere karşı bir araya getirecek müşterekleri anlamayı, Çerkes halkının, halk olarak kendine yönelen tehditlere direnebileceği bir mücadeleyi oluşturmayı istiyorum. Akabinde, sınıf tabanlı mücadelemde, kendi ideolojik kavgamıda verebiliyorum. Zaten bu iki mücadele, iki gerçekle yol almaktadır ve birbirine alternatif değildir. Fakat, işçi sınıfının kavgasına; henüz kendini anlayamamış bir halkı entegre etmeye çalışmak, hem o halk için hemde işçi sınıfının kavgası içinde fayda sağlayamaz. Eğer bir halk, kendine özgün tehditler (asimile olma, kültürsüzleşme, vs.) ile baş edemiyorken ve bunlara karşı, binlerce yıllık müşterekleriyle bile bir araya gelemiyorsa, zaten o halkı başka müşterekler etrafında birleştirmeye çalışmanında akla hizmet edeceğini söyleyemeyiz. Her hırsatta, herkes kendi Çerkes profilini baz alarak; işte bu profilin dışında kalanlara karşı kötü suçlamalarda bulunuyor, halbuki halihazırda bulunan Çerkes profili, işte bu tip suçlamalardan bıkmış ve usanmış, gençliği halkı adına umudunu yitirmiş bir haldedir. Binlerce yılın müşterek tarihiyle oluşan Çerkes profilini, bir kaç ideolojik-inançsal revizeyle, kendi düşünceleri içinde eritmek isteyenlere karşı; binlerce yıldır süregelerek oluşan bu Çerkes müşterekliği, birgün kendisine takılan tüm budaklardan arınarak, gövdesinde güçlenebilirse, yani en iyi Türk askeri, en iyi komünist, en iyi müslüman, en iyi kapitalist gibi dallardan arınarak, “en iyi Çerkes” olmayı başarabilirse, işte bugün ortalık bulandıranlara en güzel cevap verilecektir. Aynı zamanda, Çerkeslik ağacının gövdesi güçlendikçe, kendisiyle birlikte bu halkın içinden çıkacak diğer düşüncelerde güçlenecektir. Bugün, gövdesi(Çerkesliği) çok zayıf kalmış bir ağaçtan(halktan), çok iri dallar(düşünceler) beklenmekle hata yapılmaktadır. Bu ağırlıklar altında, gövde(Çerkeslik) dahada zayıf düşmektedir. Müşterekler etrafında netleşmek, bugün yok oluşa karşı dirençli bir güç oluşturmak gerekiyor. Zira, Çerkeslik; tüm güzel sözlerin ardında artık tarihteki en zayıf konumundadır, pamuk ipliğindedir. Bir halkın kimliği dilidir ve bugün Çerkes dili, diyasporada yok olmaya yüz tutmuştur. Bir halkın tarihinden kopukluğu, kendi geleneklerinin sönümlenmesidir ve bugün Çerkes halkı tarihinden çok uzaktadır. Müşterekler etrafında birleşerek, Çerkesliğe karşı sorumluluklarımızı yerine getirmenin zamanı çoktan geldi, bu artık kendine Çerkes diyen her birimizin görevidir. Birleşerek irade oluşturmak için geç olsada, hiçbir şey için çok geç değil. Bu saçma-sapan tartışmalardan arınarak, Çerkes halkının ihtiyaçlarına yönelik talepleri savunacak müşterek bir harekete ihtiyacımız var. Bugün değilse ne zaman? Biz değilsek kim?  
*Müşterek Biriciğin Temel Uzlaşısı
Sorunlarımıza karşı çözümler üretebilmek için, önce sorunlarımızı kavrayabilmemiz gerekir. Aynı zamanda bir de bizim için neyin sorun olduğunu anlayabilmek ve anlatabilmek için mantıklı, tutarlı ve açık dayanaklarımız olmalıdır. Burada bir halk olarak tek dayanağımız da tarihimizdir. İyi-kötü, güzel-çirkin, sevdiğimiz-sevmediğimiz, savaşlı-barışlı, öyle-böyle olan, ama bugün bize “Çerkes” kimliğini taşıyan, bu kimliğin temeli olan ve bugün onun özgün varlığından yoksun olduğumuz o tarih. Bu dayanağı reddedemeyiz, bunu reddettiğimiz an; sağımıza-solumuza yazdığımız tüm Çerkeslik; başka bir şeyi makyajlamak için kullandığımız bir araca dönüşür ve elbette bugün bir çok tarafta bu makyavelist yaklaşım belirtileri de açıkça gözükmektedir. Sağlı-sollu bu makyavelist hareketler ya da karakterlerin Çerkesliği bencilce sömürmesine engel olmak için, kimliğimizde dayanak olan tarihimizin üzerine içeriden-dışarıdan, dostlardan-düşmanlardan, bilinçlice-bilinçsizce indirilmiş perdeleri aralamak zorundayız. Tarihin tüm gerçekçiliğiyle oluşmuş ve bugün aidiyet hissi duyduğumuz bu kimliği netleştirmek; en çok bu kimliği bulandırarak kendi amaçlarına araç edenleri üzeceğine hiç şüpheniz olmasın. Bu kimlik, tarihsel gerçekliğiyle ortaya çıkıp anlaşılmaya başladığında bir düşmanlık, bir saldırganlık, bir bencillik oluşmayacak.. aksine bugün oluşmuş düşmanlıklar, saldırganlıklar, bencillikler tamamen yok olacaktır. Bunun aksine; bu kimliğin tarihsel varlığıyla sabitlenmiş gerçekçiliği konuşmayı bir bölücülük, bir mikro milliyetçilik, bir ayrışma, düşmanlaşma emaresi sayanlar, tüm bu tezleri ortaya atarak bir panik havası yaratma gayesini yıllardır sürdürmekteler ve kendi tarihlerinden bir şekilde kopmuş ve özgün varlıklarını bir hikaye, öykü, masaldan ibaret sananlarda bu panik havasından etkilenmekte ve tarihsel gerçekçiliği sorgulayan kişilere karşı yürütülen sosyal linç kampanyasının parçası olmaktadırlar. Halbu ki bizimde bilmemiz icab eden şey “Gerçeğin, birgün ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu olduğudur” ve artık bu süreç, engellenemeyecek biçimde yürürlüktedir. Dostlarımızın, kardeşlerimizin, arkadaşlarımızın, kaderdaşlarımızın, komşularımızın, köylülerimizin panik etmesine hiç gerek yoktur. Çünkü bu süreç, iktidarda egemenlik algısıyla değil.. yabanda sürgün anlayışıyla yaşanmaktadır. Çünkü Çerkeslerin egemen oldukları, iktidarda durdukları, baskın milliyetçilik, faşistlik, ezicilik yapabilecekleri bir gücü-de, durumu-da, niyeti-de yoktur. Çerkeslerin ve özellikle sürgün coğrafyadaki Çerkeslerin, Çerkeslik için daha hayati meselesi vardır. Bu hayati meselenin çözümüde, dayanak alacakları somut ve net tarihin bugün kendilerini müşterek kıldığı asgari düzeyde birleşmek ve kendileri için özgün talep iradesini oluşturmaktır. Son bir-iki yıldır yaşanan tartışmalarda tamamen bunun üzerinedir. Bugün Çerkeslerin diğer halklarla aralarındaki bütün düşmanlığın, kültür çatışmasının ve kavganın sebebi; Çerkeslerin kendi tarihsel birikiminden yoksunluğu yüzündendir. Kendi tarihsel belleğini bilmeyen, idrak edemeyen Çerkeslere, sürgün coğrafyalardaki bölgesel iktidarların bir bellek oluşturması sonucunda, Çerkesler için, iktidarların tanımladığı “dost-düşman” kavramının varlığıdır bugün hala içimizde bir ur gibi duran düşmanlık mantıkları. Oysa bugün sıradan bir Çerkesin, Türkiye’de kendine düşman olarak gördüğü hiçbir halkla alıp veremediği yoktur. Yani anlatmak istediğim; bir düşmanlıktan ve çatışmadan söz edildiğinde bu Çerkesler için tamamen, kendi somut tarihinin kendine taşıdığı özgün kimliğinden yoksun olmasından kaynaklıdır. Bu başkalaşım ciddiye alınmadıkça, bunun üzerine çözümcü yaklaşımlar, gerçekçi ve bilimsel olarak düşünülmedikçe, Çerkeslik 1860’dan 1923’e – 1923’ten 1980’e kadar, başkaları tarafından yazılan çarpıtılmış-çarpıtılmakta olan, bulandırılmış-net olmayan tarihten kurtulmadıkça; bugün Çerkesliği hangi kavramsal ilkeler etrafında çözümlerseniz çözümleyin, sağlıklı bir sonuç, yürünebilir bir yol elde edemezsiniz. Çünkü, bir yerinde “gerçek” olmayan tarihi yaşayan insanların “dayanak” aldıkları temelinde bir bozukluk, onları yükseldikçe sallanacak-sarsılacak bir duruma taşır. Bu sarsıntılar; uzun emekler verilmiş ve bedeller ödenmiş bir davaya inanan insanları toplumsal depresyona, umutsuzluğa ve karamsarlığa sürükler. Bunlarda ciddi sorumsuzluklardır. Hatta sorumsuzluklardan da ötedir; maddi veya manevi satılmışlık, iktidar veya muhalefet için, din veya dava için insanları bir aldatmaca etrafında yoran alçaklık olacaktır.
Bugün, sağdan-soldan (Kemalist, Müslüman, Devrimci, Kuvayici, Birleşikçi, Öyleci Böyleci) damar alıp kan bulan hareketlerin, (ki içlerinden bazılarıyla ortak kaygılar, amaçlar ve hedeflerde taşıyorum) bu soruna karşı çözümcü hiçbir yaklaşımı göremiyorum. Aksine görünen; bugün önümüzde güneş gibi parlayan bir gerçeğe körelerek, başkalarının Çerkeslere yazdığı uydurma tarihin 150 yıldır ördüğü Çerkes karakterini sahiplenmişçe davranmakta olduklarıdır. Çok üzücü ve düşündürücü bir haldir bu. Zira, bu hareketleri “diğer/başka” amaçlarının dışında en başta “Çerkes/aynı” oldukları noktada değerlendirmezsek ciddi bir hata etmiş oluruz. “Çerkes müşterekliği 2” yazımda;bir çok özgün hareket varken, yani aslında amacın kendisi, dallanıp-budaklanmadan ortada dururken, bunların Çerkesi, Kürdü, Lazı, Arabı vs. olmasının amacı nedir?” diye sorgulamıştım. Aslında cevap basit; Müslüman Çerkes; Allah’ın varlığına ve Hz. Muhammed’in onun resulü olduğuna inanan, Allah’ın Hz. Muhammed ile “insanlığa” tebliğ ettiği Kur’an’da belirtildiği üzere vicdan hukuku ve ibadet biçimi sürdüren Çerkesdir. Fakat Müslüman Laz’da; Allah’ın varlığına ve Hz. Muhammed’in onun resulü olduğuna inanan, Allah’ın Hz. Muhammed ile “insanlığa” tebliğ ettiği Kur’an’da belirtildiği üzere vicdan hukuku ve ibadet biçimi sürdüren Laz’dır.
Marksist Leninist Devrimci Çerkes ile Marksist Leninist Devrimci Laz’da mesela Çerkes ve Laz’lık dışında aynıdır. Anarşistte, Kapitalistte tamamen benzeridir. Ben Çerkeslerin, “devrimci, evrimci, müslüman, ateist” olarak derlenmiş hareketler oluşturmasından rahatsız değilim. Bende derlenmiş bir hareketin içinde Çerkesim. Beni anlayabilecek insanlara ihtiyaç duyuyorum ve kendilerini anlayabilecek insanlara ihtiyaç duyanlara da saygı duyuyorum. Herkesin yaşama farklı bir bakış açısının olabileceğini de kabul etmek gerekir ve yaşama bakış açılarında ortak bir paydada buluşabilen Çerkeslerinde, Çerkes meselesini konuşmak için derlenme ihtiyacı mutlaktır. Bu demek değildir ki, “Çerkesliği” bu derliliğin buluştuğu ortak payda için araçsallaştırmak gerekir. Buluşulan ortak payda ile ilgili, özgün mücadele verilebilecek yerlerde, derli-dersiz, örgütlü-örgütsüz bulunulmalı ama Çerkesliği, bu derliliğin buluştuğu ortak paydanın ilkeleriyle ele alarak, bu paydaya aykırı Çerkeslere karşı düşmanlık, nefret, kin ile yaklaşılarak, bitmek tükenmek bitmeyen ve hiçbir sonucu olmayacak tartışmalar açılmamalıdır. “Çerkes Müşterekliği: 2” yazımda yazdığım gibi: “Sosyalist bir Çerkesin, milliyetçi bir Çerkesi eleştirmesi çok kolaydır. Müslüman bir Çerkesin, inançsız bir Çerkesi eleştirmesi de çok kolaydır. Bu eleştiri biçimi uzar gider, sonuçta; birbirine zıt iki anlayışın ilerleme alanı, birbirini eleştirdiği ve destek görebildiği genişlikte olur. “ Amacımız, Çerkesliğin yanına iliştirdiğimiz diğer kimliğimiz olduğunda; asimile olmakta olan, bir çıkış yolu bulamamış, siyasileşemeyen, iradesiz, uzlaşılmış bir talepten mahrum bir kimliğin, ayrı düşünen öbekleri olarak “diğer amacımız” için “aynı sona varıma” gittiğimizi göremeyen olmamız normal değil mi? Dayanağımız tarihimizin tüm Çerkeslere müşterek kıldığı özelliği, amacımız da bugün yok olmakta olan bu özelliği korumak olacak şekilde, bu yok oluşa karşı ciddi bir “ret” çekene kadar Çerkes müşterekleri etrafında ortak bir talep yaratacak bilinci oluşturmak için asgarilerimiz etrafında uzlaşmamız gerekmekte. Bu uzlaşma, Çerkesliğin tarihsel dayanaklarının ortaya çıkaracağı ilkeler ile sabitlenmelidir. Dini, ideolojik ve ekonomik bakış açılarından arınmış, gerçek tarihden kök alan bir uzlaşıyı sağlayabilirsek, bugün içine battığımız asimilasyonu yaracak güce hızla ulaşabilir ve amacı “Çerkesliğin Yaşamı” bir talep toplumumuzu da arkasına alacak güçle savunulabilir. Tarihsel tecrübelere bakılınca; istatiksel verilerin yarattığı kimliğin hiçbir birleştirici etkisi bulunmadığını da ayrıca anlatmama gerek var mı? Bugün, bazı obsesiflerin kişiliklerin etkin olduğu Çerkes hareketlerinde “Emek – Kimlik” gerçekliği, “Çerkes kimliğinin %90’ının emekçi olduğunu” iddia ederek; kendi yarattıkları “emek” kavramını ilkesel bir duruş olarak şart koşması gibi örnekler incelendiğinde, bunun karşılığında ortaya çıkabilecek ve daha gerçekçi bir analiz olan Çerkes kimliğinin %99’u Müslümandır o halde “İslam” inancının kavramı ilkesel duruş olmalıdır diye şart koşacak örneklerin oraya çıkması durumunda nasıl bir yorum yapacakları kuşkuludur. Kaldı ki zaten böyle istatistiksel verilere dayanarak bir kavramsal ilke fetişizmi yaratmak, farklı ve karşıt bir grubun aynı yöntemle bir kavramsal ile fetişizmi yaratmasına karşı koyduğu an kendisini de çürütecektir. Aslolan; yadsınamaz gerçek sayılacak ve tümüyle bu halkın her bireyini kapsayan (inancıyla, sınıfıyla, mücadelesiyle, yaşantısıyla) müştereklerimizin, Çerkes halkının sürgün coğrafyalarda bugün içinde bulunduğu duruma karşı gerçekçi bir çözüm konusunda bir araya gelebilme iradesine katkı sunmaktır. Bunun içinde, kibirler bir kenara bırakılmalı ve herşeyi bilicilik, herşeyi yoruculuk huyundan vazgeçilmelidir. Etrafına aldıkları 3-5 kişiyle kendi dar kampını oluşturarak, geniş anlamda kendilerine benzemeyen herkese saldıran anlayış terk edilmelidir. Zaten bunlar olduğunda, müşterek tarihimizin bizi bir araya getireceği uzlaşı da daha rahat ve sancısız bir şekilde gerçekleşebilir.