Kafkas Makronu, Çerkes Mikronu üzerine

Ezilen Halkların Mikro Milliyetçiliği var mıdır?


Dayanışma ki, hayatın her alanında gereklidir. 300 kilogramlık bir taş karşısından da başlayacağı gibi, obüsüyle, havanıyla, uzun namlulu silahıyla, kanatlı kobrasıyla, mayınıyla zaferini akıttığı kanda banyo olarak kutlayan ve varlığını ne yazık ki işte tüm bu şiddet sarmalıyla garantileyen ayrıcalıklılar  iktidarının 3.000 yıllık baskıları karşısında da başlayabilir. Bu yüzdendir ki; kendini olgunlaştırıp dünyevi zulmün karşısında dünyevi bir adalet algısı oluşturan tüm etnik, dini, ideolojik ve benzeri grupların dayanışma gerekliliği esastır. Bu esas, zulüm altında baskılanan zümrelerin, ifade ettikleri temsiliyeti özgürleştirebilmesi vaadiyle de ezilmişlerin doğası gereği oluşur. Enternasyonalde toparlanan teorisinin belki de pratikteki en büyük karşılığına öncülük etmiş lideri Lenin der ki; “Ezilen halkların milliyetçiliği olmaz”  ve pek tabi bunu da, meclisin kürsüsünden kitlelerin gönlünü okşayan bir slogandan da öte bir proje ile destekleyerek, Çarlık Zulmü altında adı soykırımın tanımını aşan toplu cinayetler silsilesinin tahrip ettiği bir takım Kafkas halklarının, sınırlı da olsa bazı haklarını tanımaya başlayacak bir sosyo-politikanın kampanya tanımı gibiydi. Fakat bugün, yine bir takım Kafkas halklarının, her nasıl kamusal bir ifadeye çevrilmiş olduğu konusunda tutarlılık olmasa da içselleştirdiği “Çerkes” kavramı hususundaki tartışmaların seyrinde, gerçekten egemen ulus temsiliyetiymiş gibi milliyetçilik edenlerini şiddetle tenzih ederek ifade etmek isterim ki ortaya çıkardığı “mikro milliyetçilik” yaftası oluşmuş. O halde, en baştan belki benide, “Çerkeslerin Adığe oldukları” yönünde kanaat ettiğim bir düşünce nedeniyle kapsatacakları bu “mikro milliyetçiliği” açıklayabilmemiz gerekmektedir.


Bu husustaki temelimiz; “Çerkes Adığedir” e karşı mikro milliyetçilik üzerinden yürüyorsa, “Çerkes-Kafkas ya da K.Kafkas ya da K.B. Kafkas” a karşı onların varsayımları karşılığından makro milliyetçi diyelim.


Makro; büyütme, yakınlaştırma, büyük vs.   Mikro ise makro karşıtı..


Yani en baştandır ki, “mikro milliyetçilik” diye ortaya konan tartışma, kendi doğası gereği tartışılması beklenen bir “makro milliyetçilik” yaratmaktadır.


O zaman, mikro milliyetçiliğin ne olmadığına dair tespiti, makro milliyetçiliğin ne olduğuna dair bir  tartışmadan çıkacak sonuçlara göre değerlendirebiliriz.


Makro milliyetçilik, herhangi bir etnisiteye bağlı kalmaksızın, birleşik amaçlar veya ortak tehditler karşısında birliktelik iradesi göstermiş toplulukların, irade gösterdikleri yere içselleşerek dahil olmalarıdır.  Farzı misal, Amerika Birleşik Devletleri onlarca örnek içerisinden bunu en açık şekilde sergileyeni değil mi?  Her ne kadar tarihsel anlamda bu devletin oradaki varlığı bir sömürgecilik akını olsa dahi, bugün mercekle incelenerek bakıldığında orada devletin herhangi bir etnisiteye ya da kimliğe diyelim bağlı kalmaksızın birleşik amaçlar ve ortak tehditler karşısındaki birliktelik iradesinin bu tartışmadaki karşılığı “makro milliyetçilik”tir. Gerçi makro milliyetçiliğin farklılık gösteren örnekleri de vardır. Çok uzağa değil de, bugün toplumsal yapımızın ciddiye alınacak ölçüde insanına etki eden bir üst kimlik anlayışı ile “Türkiye” ye bakmakta yeterlidir. Milliyetçilik, Mikro milliyetçiler ile Makro milliyetçiler arasındaki uçurumun tam ortasında milliyetçiliğin ortası olarak yaşasa da, politik kulvarda kendini siyasal üst kuruma taşırmış bir milliyetçiliğin temsil ettiği noktada, bu ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı, etnik veya dini aidiyetleriyle bir hak talebi oluşturmadan, gönüllü Türkleşmenin bir parçası olan her unsur iyi Türk milletinin bir müdavimi, özgün aidiyet hislerini törpülemeksizin bu ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı herkes Türk milletinin “makul şüpheli” bir ferdi sıfatıyla, ama bizim konumuzu en çok ilgilendireni ise, bu ülkede doğmuş, yaşayan herkesin Türk üst kimliğiyle makro bir milliyetin parçası olduğu görüşüdür. Türkiye’deki “Türk makro”sunu oluşturan temel unsurlara “dış mihraklar” kısa tanımıyla Devlet-i Aliyye’ye den bu yana ve Cumhuriyetin kurulum aşamasındaki “Kurtuluş Savaşı” düşmanları, mitleştirilerek, hepimiz aynı düşmanın aynı zulmüne karşı “zafer elde ettik” ancak düşman yok olmadı. Bu durumda, bir bütün olarak yok olmayan bu düşmanın hain oyunlarına karşı direnmeliyiz anlayışının siyasal  ve politik tarihi ışık tutabilir. Azımsamayın, bugün Türkiye’de, Türk olmayan onlarca unsurun milyonlarca bireyi bu anlayış ile Türk Makrosunun tabiyesi olmuştur. Zaten bugün, Türk makrosunun tabiyesi olmayan bireylerin yarattığı siyasal bir zemini de, bu makronculuğa “haklı ve anlamlı olarak “asimilasyon ve inkar” ibarelerini ekleyerek “mikron dayanışmalar” oluşturmaktadır.


EZİLEN KAFKAS HALKLARININ MAKRO MİLLİYETÇİLİĞİ (E.H.MİKRO M. 2)


Evvela, bu halkların tarihsel anlamdaki kültürel alışverişlerini siyasal bir makronculukla eşleştirmek önce onlara haksızlık olacaktır. Zira, Kafkas Halkları tanımı, Kafkasya bölgesindeki halkları temsil eden, özet bir kelimedir. Kafkasya ise, dünya için çok büyük bir bölgeyi temsil etmemekle birlikte, üstüne üstün; trans kafkas ve kuzey kafkas diye bir kaç siyasal ayrılık göz önüne alındığında daha da küçülen bir coğrafya parçası olur. Kısacası, dar alanda bin yıllar geçirmiş halkların birbirinden aldığı ve birbirine verdiği çok şey olması kadar doğal bir olay olamaz, insan bir köyünden bir kente taşındığı andan itibaren dahi, kentten hızlıca birşeyler alırken ve bu kültüre dönüşürken şimdi; oralarda böyle bir şeyin olamayacağını söylemek gerçekliğin tam anlamıyla ihlali olur. Fakat üstünü çizerek belirtmem gerekir ki; Ezilen Kafkas Halklarının Makro Milliyetçiliğine dair, politik bir hat vardır. Bu politik hat; iki büyük egemenin siyasal ve fiziksel mücadeleleri gereği, iki büyüğün manevi inançları bölümünden oluşturdukları egemenlik politikasının bir ürünü olarak oluşur.  Bu anlamda, Osmanlının ve Çarlık Rusyasının Çerkesya üzerinden yürüttüğü politikalar incelenmelidir. Ama herşeyden önemlisi, “Bzeyiko” olarak bilinen ve aynı toplumları kendi içerisinde “Müslüman, Hristiyan ve Pagan” olarak üçe bölüp, dışarıdan gelen etkilerle kültüre işleyen siyasal bir komplikasyonun yarattığı “iç çatışma” zamanları, Çerkesler (Adığeler) üzerinden daha bi dikkatle incelenmelidir. Yani, Kafkas Makrosunu oluşturan temel sebeplerden biri de; bir iç savaşın galibi olmuş birilerinin yarattığı bir dış savaşa taraftar kazanmak üzere topladığı niceliğin topyekün bir savaşın mağlubu olmalarından yola çıkar. İşte iç savaşı kazanan ve düşmana karşı savaşta makronlaşarak mücadele yürüten ve bu savaşı ne yazık ki kaybederek kaderi değişen halkların diasporadaki bu makron geleneğin devamcısı olarak bugün Türkiye’de bir Kafkas Makronculuğu vardır. Kafkas makronculuğu nedir anlamışsınızdır, ancak bunu bir iki kelimeyle anlatmam gerekirse; eşit bir amaç için ve ortak bir tehlikeye karşı birliktelik iradeleri göstermeleri ve gösterdikleri iradeye içselleşerek dahil olmalarıdır. diyebiliriz. Peki bunu, bir Çerkes olarak, Çerkesler üzerinden tarihle anlatmam gerekirse nasıl söyleyebilirim?  Rus yayılımına karşı ortak bir tehdit altına girmiş Kafkas halklarından; Çerkes, Abhaz, Oset, Çeçen, Karaçay vd. halkların bu tehlikeye karşı, ortak bir aidiyet hissini kuvvetlendirerek (İslamiyet) birleşik mücadele vermeleri, tarihin bir sürecinde, düşman tehlikesine karşı ittifak kurmaları, ortak bir mağlubiyet yaşamaları, ortak bir sürgüne dahil edilmeleri, sürgünde ortak bir acı silsilesi yaşamaları; hem makronun başlangıç tarihini ve bugün sürmekte olan makronun sosyo-politik izlerini açıklamaya yeter sanırım. Fakat esasta, insanı tedirgin eden bu doğal makronlaşmadan ziyade, bu makronun içerisindeki mikron bir tanımın tüm makron üzerinde kurduğu siyasi hakimiyettir. Kafkas Makronu, kendi içerisindeki Çerkes mikronunun deyimi yerindeyse işgali altındadır ve bunun dahili-harici sebepleri de vardır. Şimdi sizlere, Kafkas Makronunun, Çerkes mikronuna; üst bir makronla taşınması sürecini açıklamaya çalışayım.

KAFKAS-İSLAM MAKRONLAŞMASINDAKİ OSMANLI ÇERKES SUNİLEŞTİRİLMESİ VE KARŞILIĞINDA SOVYET DEFORMASYONU(E.H.MİKRO M. 3)


Herşeyden önce, bugünün tüm bilgi kirliliğinde Çerkes kelimesini 13ncü yılzıda Tsemez’in kenarında bir yerlerde yaşayan bir kabile için Yunanlılar mı söyledi, yoksa komşuları Türkler mi, yoksa Farslar mı tartışmayacağım. 1920’den sonra değişime uğramış Rus terminolojisi dışında ciddiye alınır bir Çerkes-coğrafya eki var mıdır onu da bilmiyorum. Bugün Rusça’da Çerkes kelimesi, tüm makronculara üzülerek söylüyorum ki tüm kafkas halklarını simgeleyen ad değil, aksine sadece Karaçay-Çerkesya özerk bölgesinde, Çerkeslerin yaşadığı coğrafyayı temsil eden dar bir kelimeden ibarettir. Yani, Çerkesi, bir halk olmaktan öteye makron coğrafi bir sıfata taşıyan tek kaynakta, sanılanın aksine tüm k.kafkas halklarını kapsamamakla birlikte, hatta Adığelerin de bir kısmını ayrıştırarak, sadece Karaçay-Çerkes’deki Çerkeslerin yaşadığı alana verilen bir ad.  Aynı kaynakta; tek bir halk olduğuna şüphe duyulmayan Adığeyler dahi, Adıgeyetsı, Çerkesı, Sapsugı, Kabardıntsi diye param parça edilerek tanıtılmaktadır. Çerkes’in de ötesinde peki Adığelere, Çerkesi, Adıgeyetso, Kabardıntsi, Sapsugi diye keltler vuran bir zihniyetin politikasından yola çıkarak, Karaçay Çerkes’de Adığelerin yaşadığı yeri temsil eden Çerkes adlanmasını nasıl oluyorda bir kafkas makronuna çevirebiliyoruz anlamıyorum. Ben bizim bunu nasıl yapabildiğimizi anlamıyorum, fakat bu süreci etkileyen unsurların nasıl yaptıkları çok açık; her biri kendi egemenliğini güçlendirmek üzere eğilim gösteren iki egemenin politik gerekliliğinden kaynaklı.


Gelin bu iki egemenin politik gerekliliği üzerinden düşünelim.


1nci Egemen: Çarlık ve mirasçıları
Tehdit olduğu belli ve Bzeyiko’dan bu yana Çarlık tarafından tehlike olarak görülen diğer bölge egemenleriyle politik-ticari ilişkiler kurmayı başarmış, bunu sürdüren ve giderek silahlanan, Çarlık toprakları için tehlikeli bir inancın hızla yayıldığı bir topluluk olarak Çerkeslere savaş ilan edildi. Savaşlar uzun ve kanlı sürdü, savaşın sonuçları dahilinde; soykırım tanımını aşan kitlesel imha ve etnik temizlik politikaları uygulandı. Kalan nüfusun önemli bölümü, ikinci egemen Osmanlı topraklarına sürgün edildi.  Fakat orada bir ya da bir kaç yüzyıl önceden başlayan bazı ilişkiler sonucunda giden kimselerin de yardımıyla bir politika üretmekteydi. Çerkesler, osmanlı için kritik noktalara taşındı. Bir süre sonra, boşaltılan Ermeni köylerine bile yerleştirilme girişimleri oluyordu. Osmanlı’nın önemli noktalarında, Osmanlı politikalarına uygun biçimde yoğrulmuş bir kadrolaşma da oluyordu. Bu noktadan çıkışla ve şu gerçekler göz önünde bulundurulduğunda;


    “ Osmanlılar açısından Çerkesler, âdeta bütün bir Kafkas politikasını temsil
ediyordu. Bunun için Osmanlılar, Rusların Kafkasya üzerinden Anadolu’ya inmesinin
önüne geçmek için, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan sonra Çerkeslerle
sıkı ilişkiler kurmuştur. 1846’da yayımlanan Rusça-Çerkesce Sözlük’ün önsözünde
Çerkesler, Kafkaslarda yaşayan bütün “Dağlı Kavimler”in sembolü gibi takdim ediliyordu”


Çarlık ve Mirasçıları, Osmanlıya sürdükleri çok sayıda Çerkese kıyasla az da olsa yine bulunan İslam-Kafkas Makronlaşmasına dahil olmuş Abhazyalı, Osetyalı ve diğer halkları, kendi tarihsel yurtlarından ve yurtlarında kafkas-islam makronuna dahil olmayan  ya da olduktan sonra Çarlığa bağlılık akdi veren diğer soydaşlarıyla uzaklaştırmak maksadıyla, Osmanlı’nın Kafkas politikasının temel gücü olan Çerkesya merkezli yayılmasının önüne geçmek maksadı ile tümden Çerkesleştirmeye karşı, bırakın Abhaz, Çerkes, Çeçen, Oset gibi nitelemeleri, sadece adığeler içerisinde dahi adıgeyetsı, çerkesı, kabardıntsi, şapsugi gibi deformasyona baş vuruldu. Bu politika, Rusyanın bölge halklarına yönelik kayda geçmiş politikaları takip edildiğinde çok açık olarak önümüze çıkmaktadır.


2nci Egemen: Osmanlı ve mirasçıları


Osmanlı sıkıntılı süreci atlatabilmek ve belki bir nevi dünyaya, dosta-düşmana ama özellikle de kendi egemenlik sahalarına “varım güçlüyüm” demek için, Fransa da başlayan ve kendisinde yayılımını engelleyemediği “ulusallaşma” nın önünü alabilerek saltanatını, zenginliğiyle sürdürebilmek için çok açık bir zafer gerekliliği hissediyor olabilir miydi? İşte bu yüzden, Çerkeslerle eşit zamandır hasımlaştığı Çarlığa karşı da, sarayın delhizlerinde padişahın da dahil olduğu bir politik programı oluşturuyor ve sahaya sürüyordu. Kafkaslardaki yerli halklar, ayrı ayrı iken Osmanlının hayalini kurduğu bu zaferin öncüleri olabilir miydi? Zaten kaybedilmiş bir savaş vardı ki; o da Adığey Xeku’da birleşen 12 büyük Adığe kabilesinin kurduğu ve Abhazlarıyla, Karaçaylarıyla kurduğu ittifaka rağmen Çarlık tarafından tarumar edilmişti. Daha fazla asker lazımdı. Ancak bunu  kendisi sağlayamazdı, zira o taraftaki politikasını ne kadar devam ettirmek istese dahi, batıdan ve güneyden yükselen ulusallaşma krizinin sarsıntıları gözle görülmekteydi. Bu anlamda belkide politik bir hat olarak yaptığı en büyük iş; zamanında Çerkesya üzerinden, Din ile girdiği anlayışı, kendi bünyesindeki Abhazıyla, Osetiyle, Çeçeniyle, oradaki  Abhazlara, Çeçenlere, Osetlere kanalize edebilmesi ve Çerkesya’yı çarlığa karşı zafere götürmeyi umduğu zaferin merkezi haline çevirme isteğiydi.1846  da yayımlanan Rusça-Çerkesce Sözlük’ün önsözünde Çerkesler, Kafkaslarda yaşayan bütün “Dağlı Kavimler”in sembolü gibi takdim edilmesi, o sıralar süren savaşta kimleri ne üzerinde v neden birleştirme gayesi taşımaktaydı mesela? Bunu açıkça düşünmek gerekirse, bugün emareleri raslanmaz olmayan ve fakat geçmişte neredeyse hepimizin duyduğu Türk-İslam sentezinin, O zamanlar Kafkaslardaki savaşan toplulukların  Çerkes-İslam sentezi uyuşumu hiç şaşırtıcı gelmiyor mu?
 


KARŞI GÖRÜŞTEKİ “ÇERKES MİKRONU” NEDİR?


Çerkes Mikronu, rivayetlere göre “Yurtsever Hareket” ile “Abhazyam” diye adlanmış bir sanal topluluğun girşimiyle ivme kazanan, ayrıştırmacı, ötekileştirici bir hal. Bu rivayetin taraflarının bazı bireylerinin bu rivayete uygun hallerine bende tanığım.  Her ne kadar ikibinli yılların içerisinden yayıldığı söz konusu olsa da, diasporadaki politik yayılımının en yoğun başlangıcı 90lı yıllar.  Malum Sovyet Rejimi kendini feshederken, bugün Rusya Federasyonunu oluşturan aktörlerin kendilerince önemli olan bazı bölgelerdeki egemenlik sahalarını koruma politikaları hiç ara verilmeksizin sürdü. Bu sürüş; Abhazya-Gürcistan savaşı, Gürcistan’ın  hem Abhazya hem de Güney Osetya taciz ve saldırıları ile yeni politik aktörlerin hattını çizdi. Velhasıl Çeçenistan İçkerya Cumhuriyetinin, Osmanlı geleneğine uygun biçimde bozulan halk talepleri ve direnişi de buna tescil edildi. Osmanlı-Çarlık politikları, Rusya-Nato politikalarına resmen ve gayri resmi olarak geçit yaptı. Kaflaslar, bu iki egemenin bir tarafındaki çatışma sahasına çevrildi. İşte bu sürecin diasporaya yansıttığı bir durum olarak “Çerkes mikronu” ile “Kafkas makronu” arasındaki husumet başladı. Yetmedi, yetemezdi çünkü tekerrür riskliydi ve mikronlar ile makronlar arasında dahi bir ayrışma başlatıldı. Mikronların ve Makronların en uç noktaları oluşturuldu ve uzlaşmacılıktan, çatışmacılığa dönüştürüldü. Açık açık söylemek isterim, işte bu durumun şimdiki zaman halini yaşıyoruz ve bunu genel olarak tartışabilmemiz neredeyse imkansız bir vaziyette. Durumu ek tartışmalara bölerek, incelemedikçe; içinden çıkılmayacak derecede karmaşık bir şeyin içerisine girebiliriz. Çünkü Kaotik Mikronlar ve Kaotik Makronlar dahi farklılıklar gösteren kutuplara yayılmıştır. Buyrun:


ÇERKES MİKRONU:


Asimilasyon politiklarının deforme ettiği halde, kısmen Çerkes mikronu içerisinde faaliyet gösteren, hak, adalet, eşitlik ve özgürlük gibi değerler karşısında toplumsal kaosun başlatıcısı ve sürdürücüsü olan Çerkes mikroncuları


Asimilasyon politikalarının deforme ettiği halde, tamamen Çerkes mikronu içerisinde faaliyet gösteren, hak, adalet, eşitlik ve özgürlük gibi değerler karşısında, karşılık gösteremeyen çekingeli Çerkes mikroncuları


ve her bu iki grubun aynı tabanı paylaşması


Asimilasyon politikalarının deforme ettiği, Çerkes mikronu içerisinde faaliyet göstermediği halde Kafkas makronuna karşı tavır sahibi, hak, adalet, eşitlik ve özgürlük gibi değerler karşısında “dayanışma” politikalarının dahili ve sürdürücüsü olanlar


ve bu grubun toplumsal kaosu tetikleyen kısmi mikronculara karşı kimlik çatışması başlatıcısı ve sürdürücüsü tavırları


Asimilasyon politiklaıarının yarattığı deformasyonu aşağı indirgeyen, Çerkes mikronu içerisinde faaliyet gösteren, kafkas makronu karşısında tavır sahibi, hak, adalet, eşitlik ve özgürlük gibi değerler karşısında “dayanışma” politikalarının dahili ve sürdürücüsü olanlar


KAFKAS MAKRONU:


Asimilasyon politiklarının deforme ettiği, birlikteliği İslam üzerinden makronlaştırıp, hak, adalet, eşitlik ve özgürlük gibi değerler karşısında saldırgan tavır gösterenler


Asimilasyon politikalarının deforme ettiği, birlikteliği Türk üzerinden makronlaştırıp, hak, adalet, eşitlik ve özgürlük gibi değerler karşısında saldırgan tavır gösterenler


Asimilasyon politikalarının deforme ettiği, birlikteliği “kamusal ifade” üzerinden “Çerkes” olarak makronlaştırıp hak, adalet, eşitlik ve özgürlük gibi değerler karşısında dayanışma dahili ve sürdürücüsü olanlar


Asimilasyon politikalarının deformasyonunu aşağı indirgeyip, birlikteliğin makronunun tartışılmasına dahi gerilen, hak, adalet, eşitlik ve özgürlük gibi değerler karşısında dayanışma dahili ve sürdürücüsü olanlar


Burada, bazı mikronlar ile bazı makronların uyuştuğu gibi, bazı makronlarla bazı makronların uyuşmadığı, bazı mikronlarla bazı mikronların uyuşmadığı izlenimlerde görülmektedir.


Demek ki, mikronlaştığımız yerler kadar, makronlaştığımız yerler de yeterince tartışılmamıştır.

Biz kimiz? ya da "biz kim değiliz?"


Bir yola çıkmak, o yolun görünen ve görünmeyen bütün sorumluluklarını almayı gerektirir. Bugün, bu yazıyı kaleme aldığım ev dahil, yaşadığım kentte nice kişi, aynı şeyleri bağırarak (belki de büyük harflerle yazarak) sözüm ona, sanki çıktıkları yolun sorumluluklarını tamamen üstlerine almışlar gibi tavır sergiliyorlar. Oysa bu; kendini duyana (ya da okuyana) “bakınız, herşeyin farkındayım ve itirazım var” demenin, ancak devamında yaşam tarzıyla ve günlük yaşamındaki sorumsuzluklarıyla değerlendirildiğinde “kendilerini, dar çevrelerince tatmin etmenin” dışında ne olabilir? Bugün veya yarına dair, anti-faşist hareketinden tutunda, son yıllarda hayatımın bir parçası haline gelen çerkeslik mevzusuna kadar edindiğim tecrübeleri bana soran herkese, tüm bu tecrübelerden yola çıktığımda ne gördüğümü kısacık ifadelerle özetleyebilirim. Ayrımcılığa karşı olanların hepsinde bir ayrımcılık, düşmanına direnenlerin hepsinde birazcık düşmancılık var. Herkes, sözde savunduğu tüm toplumsal değerlerini, biricikleştirdiği yerde saldırgan bir üslupla, kendisiyle aynı amacı taşıyanlara dahi radikal bir düşmanlık duygusu güdüyor. Bu geleceğe umut veren bir yaklaşımı doğurmayı bir kenara bırakın, gelecekte doğal yollarla oluşması gereken umudun da altını kazıyor. Oysa sorsak; hepsi bir umudun taşıyıcısı. Peki, bunca umut taşıyıcısı nasıl bir kırmızı çizgi sahibi de, yanyana geldiklerinde birbirine karışmak yerine, birbirini parçalayan bir hale dönüşebiliyor? Arada, adı konmayan uçurumu açan ne? Peki; saldırgan düşmanın çamur attığı tekniği, kendince bir üsluba çevirip kopyalayan ve kendiyle imzası dışında neredeyse tüm ilkeleri uyuşanlara karşı kullananların amacı ne. Birlikteliği konuşuyoruz. Konuşmaktan başka çaremiz de yok üstelik, fakat bizi birleştiren noktalara, her ne kadar adlarını aynı koysak bile, aynı şeyi görecek derecede inanabiliyor muyuz? Haşa, bunları konuşmak zehri-zıkkım gibi. Bir anda dağılıvereceğimizden ürkenler mi dersiniz, 5 aylık uyumun bir anda kaosa döneceğinden endişe duyanlar mı dersiniz, birşeyleri konuşmak yerine, konuşmamak daha makul duruyor. Bu arada, bende ve elbette diğer kişiler de.. yani herkes; bu sürecin gelişiminden şimdiye, konuştuğundan-sustuğuna bir tecrübe ediniyor. Bu tecrübeleri, bir şekilde geleceğe aktarabilmekte bir çeşit vazifedir.


Geçenlerde, Berkay bir önerisinde “kültür-siyaset” üzerine, genel toplumlarda siyaset kültüre, kültür siyasete zarar veren birşeydir ama Çerkesler için bunu söylemek büyük bir hata olacaktır” demişti. Haksız da değil. Siyasi eğilimini sınıf kavgası veya bunun açtığı temelde geliştirip, belirli bir seviyeden sonra Çerkes toplumundan bu eğilimde bir hareket yakalamaya çalışmak, bugüne değin bu kültürün derneklerde folklor öğeleriyle birlikte yaşanmış olduğunu ve dünyanın her türlü gündeminden izole edilerek, kendi dar çevresinde sürdürdüğünü bilmemektendir. Halbuki, bugün eşit siyasal söylemleri kullandığımız arkadaşların bir toplum olarak Çerkeslerden böyle bir beklentiye, hiçbir çalışma yapmadan girmesi doğal değil. Bakın, bazı çevrelerden şöyle bir eleştiri görülüyor ve hiçte haksız değil: Halka rağmen, halk için hiçbir şey olmaz. Toplumsal zeminden uzaklaşarak, toplumsal talepler yaratmak hiç doğru değil. Bu taleplerin haksızlığından değil, taleplerin anlaşılmasından ve muhatapların anlayabilmesinden yolla böyledir.


Halkı adına endişe edinen Çerkes gençlerine bir el kitabı gereklidir ama, öncelikle bunun zeminini engelleyen bazı büyüklere karşı gerekirse mücadele verilmelidir. Anlaşılmaz bir şey değil. Anlaşılır birşey. Normal yaşamda, dost ve arkadaş olarak uyum sağlayabilen insanların veya bazı şeyleri uyum içerisinde halledebilen herkesin, bir noktada çatışabilmesi çok anlaşılır.  Bugün görmezden gelmeyeceğimiz, ama aramıza bir bıçak yarığı açmasına da müsade etmeyeceğimiz bazı gerçekliklerimizi, yarının Çerkes Gençlerine bir el kitabı oluşturabilmesi maksadıyla bir yol haritasına çevirmeliyiz.


Evvela, benim “Biz kimiz?” soruma karşılık Berkay’ın “biz kim değiliz?” sorusu bu yol haritasının başlangıcı olarak;


ÇERKES GENÇLİĞİNE, “KİM OLDUKLARINI VE KİM OLMADIKLARINI BULMALARI” yönünde bir nasihatte bulunarak, bu yol haritasının tamamını oluşturacak nitelikten uzak olduğumu, bu yol haritasının, ilk adımlarla birlikte; kendiliğinden oluşacağını açıklayarak başlamak isterim. Hadi Berkay’ın “biz kim değiliz?” sorusuna yanıt verelim. Hiç düşündünüz mü sahi siz “kim olmadığınızı?”


Güce tapanlar mısınız? Hırsızlık edenler misiniz? Cinayetler işleyenler misiniz? Körler misiniz? Cahiller misiniz? İşgüzarcılar mısınız? Faşistler misiniz? Zalimin askerleri misiniz? Savaş çığırtkanları mısınız? Terbiyesizler misiniz? Ahlaksızlar mısınız? Zavallılar mısınız? Beleşçiler misiniz? Burjuvalar mısınız? Zalimler misiniz? Kurşunlar mısınız? İşbirlikçiler misiniz?


Bence değilsiniz ve asla olmamalısınız. Ama daha da ziyade


Siz, efendisinin kabına yemek dökmesini bekleyen köpekler misiniz? ya da, bir durum karşısında kendi değer yargıları olmadan, vicdanını ve onurunu deaktif ederek güçlüden taraf olmaya programlanmış karaktersizler misiniz?


Sakın ha olmayın. İster sağcı, ister dinci, isterseniz oportunist olun ama, ne yaptığınızı başkalarından okumayın.


Siz Türk değilsiniz. Kendinizi belki Türk hissediyor olabilirsiniz.
Şamil’in torunu da değilsiniz.


Buyrun, benim “biz kimiz?” soruma, kendiniz cevap bulun. Sonuçta, tarihi olmayan, geçmişi olmayan bir kültüre doğmuş insanlar değiliz. Nartlardan, Bzeyiko’ya.. Çerkesya’dan Osmanlıya, Osmanlı’dan Türkiye’ye yazılmayan hiç bir şey yok. Tarihiniz, kim olduğunuzun veya kim olmanız gerektiğinin en büyük referansıdır. Ancak şu kadarını açıklama gereği duyuyorum.


Sizler, evvela insanlarsınız.


Yani doğasınan, kentlerine, savaşından barışına dünyada insanlığa etki eden hiçbir şeyden muaf değilsiniz.  İnsan oma önceliğinizi törpüleyerek, süslü sözcükler ve şovenist tavırlar ile sizi insanlığınızdan uzaklaştıran hiç kimseye izin vermeyin.

Kim olduğunuzu bulun.

Çerkesler, İdeolojiler ve -şeyler

Evvela, her fırsatta bize yönelik önceliği “ideolojileri” diye kendini, özellikle belirli bir tabana sevimli gösterme gayesinde olanların “Çerkeslik öncelikli olmamız hususunda” hiçte nazik olmayan bir dille kullandıkları tavsiyeleri, kendilerinin önceliğini yaptıkları, bekçiliğine aklen, kalben, madden, maneven bağlandıkları şeyin, dolaylı yoldan, en yoğun ve en uyumlu propagandasını yapmanın da bir çeşit “ideoloji” olduğunu anlamalarının mümkün olup olmayacağına karar veremediğimi bildirmek isterim. Şimdi bu sıradışı, Çerkesliğini, insanlığının önüne folkloruyla geçirip bu halkın siyasi iradesini eritmekte üstlerine olmayan, devlet ideolojisinin egemen iktidarına göre şekil almış yazılı veya görsel müsvettlerindeki yol haritasından başka gideceği yeri bilmeyen, “biz kimiz” sorusunu sormaktan aciz, “siz busunuz” sözüne göbekten bağlı; “biz kim değiliz” sorusunun cevabını bulanlara ve “biz kim değiliz” sorusunun cevapları üzerinden “kim olduğunu anlamaya çalışanlara karşı en yoğun biçimde taarruz etmek isteyen başıbozuklara, ortalama bir Çerkesin yaşadığı coğrafyada siyasal ve ekonomik, kültürel ve folklorik olarak ne sıradan başka bir halkın mensubuyla ne kadar benzeşik toplumsal sıkıntılar çektiğini nasıl anlatayım? Fıkrayla mı…


Bakın, şimdi size 3 fıkra anlatacağım. Bunu, bu sıradışıları gördüğünüz her yerde anlatın.


1-


Yeni bir kente taşındınız, taşındığınız yeni kentte tuttuğunuz evde Anne, Baba ve bir oğulsunuz. Her biriniz çalışıyorsunuz ve vergi ödüyorsunuz


Aynı kentte, bir alt sokaktaki komşularınız da yaşıyor ve çalışıyor ve vergi ödüyor.


Belediye her birinizden, kişi başı eşit ücret aldığı halde hizmette siz çöpünüzü 200 metre ilerideki bir konteynıra ellerinizle taşırken, alt sokağınızdaki komşularınızın çöpü kapısının önünden alınıyor.


Buradaki durumun adı nedir?


2-


Anneniz ve babanız, son 20 yılını size bir gelecek vaadetsin diye birikim yaparak geçirmişler. Birgün evinize bir hırsız giriyor ve tüm o birikimi alıyor? Giden para annenizin-babanızın ama para kimden çalınmış oluyor?


3-
Bir apartmanın 5ncü katında oturuyorsunuz. Apartmanınıza bir psikopat dadandı. Birinci gün birinci kattaki komşunuzu ölesiye dövdü, ikinci gün ikinci kattaki komşunuzu ölesiye dövdü, üçüncü gün üçüncü kattaki komşunuzu ölesiye dövdü.. peki 5nci gün ne olacağını biliyor musunuz?

Biraz akıllı olun, ne anlatmak istediğimi anlayacak kadar zekayla bu halkın geleceğine bulaştırdığınız vebayı görebilirsiniz.  2 üniversite bitirip, master yapmanıza, 2-3 dil bilmenize gerek yok.  Bizim ideolojimiz gizli saklı değil ki, insan utandığı şeyi saklar. Sizin ideolojiniz saklı ey zavallı ahmaklar.

Çerkesya'daki gençliğe "açık mektup"

Halkımızın varlığını geleceğe güçlü, adil ve onurlu taşımak üzere birlikte olma sorumluluğumuzu ilan etmenin ve halkımızı etrafımızı çevirmiş bazı vebalara hep birlikte mücadele vermenin vakti gelmiştir. Biz, gününü yaşama veya ömrünü ekonomik olarak donatmaktan öte, halkını her alanda onurlu bir tarihe sürmenin derdinde olan, birbirini duyan, birbirini gören ve sahiplenen, yalnızlık hissini birbirini selamlayarak üzerinden atan, dünyanın dört bir yanına, faşizmin en yoğun haliyle “soykırım” uygulayarak dağıttığı Çerkeslerin, bugün ki devamcıları olarak, birbirimizden ayrı olmadığımızı haykırma sorumluluğundayız. Bu sorumluluğumuzun elbette bir çoğumuz farkındayız. Bu sorumluluğun gereklerini elbette hem yurtta hem diaspora da bir çoğumuz yerine getiriyoruz. Ancak artık, birbirimize dokunmanın, birbirimize omuz vermenin ve diasporadan yurda uzanan ve yurttan diasporaya uzanan bir “yalnız değilsiniz” mesajını daha somut kılmanın vakti geldi. Bu kritik günlerde, en gerek duyduğumuz şey “yalnız olmadığımız” hissidir. Aramızda uçurum açmasını istedikleri 151 yılı, bizi asla ayıramayacaklarını haykıracağımız bir noktaya taşırmak bizlerin, Çerkes halkının sorumluluk alan gençlerinin görevidir.

Yurdumuzun çok uzağı olmayan ve buradan edindiğimiz haberlere göre, diasporanın yoğun olarak yaşadığı bölgelerde gelişen terör olaylarının oradaki karşılıkları; halkımızın konuşan gençliğini sindirmek üzere bir katliama çevrilmeye bahane edilmektedir. Biz bunun takipçisiyiz ve üzerimize düşen neyse, bunu yapmak zorundayız. Aynı zamanda, bölgemizde gelişen bu terör olaylarının yurda yansıyan bir diğer karşılığı olarak, yakın zamanda yurdumuza yerleşmiş Suriyeli Çerkeslerin varlığından anlaşılacağı üzere, diaspora olarak bölgede gerçekleşen şiddet olaylarının tümünden etkilenmekte ve bu savaşı yaşamaktayız. Üstüne yetmez gibi, 1864ten sonra buraya sürülen Çerkesleri, Osmanlı Hanedanlığının politikalarına uygun olarak yönlendiren ve ne yazık ki aynı kanı taşıdığımız bazı işbirlikçilerin, sürgünden sonra ateşin ortasında tekrar tekrar acı çekmemizi sağladıkları politikaların şimdiki zaman karşılıkları da oluşuyor. Bu durum bizi, sosyo-kültürel bir alanda folklorik olarak sağladığımız ve bahsini ettiğim işbirlikçi zümrelerin etkilediği çeperleri tarafından sürekli inkar edilen asimile olan ve olmakta olan birlikteliğimizi de eritmekte ‘Çerkesya’ neresidir bilmeyen, ‘Çerkesce’ nedir bilmeyen, tarihimizde yaşadığımız bölgelerin egemenlerinin söylediği dışında hiçbir bilgi sahibi olmayan bir nesile sürüklemektedir. Fakat, “var kalma” süreci olarak adlandırılan bir siyasi hareket, düşmanlıktan ziyade kardeşlikten söz ederek (-ki her ne kadar çarpıtılmaya çalışılsa dahi, gözle görülür vaziyette) adalet, eşitlik ve özgürlük ilkelerini benimsemiş vaziyette siyasileşmektedir. Buna karşılık; bölge egemenleri tarafından desteklenen (-ki çok açık kanıtları var) ve ‘var kalma’ mücadelesini ilke edinenlere karşılık “yediği kaba pislememekle övünen” başka bazı organizasyonlar da gelişmektedir.

Bu durumda, Diaspora daki gençliğin en ihtiyaç duyduğu şey yurdundaki gençlikle diyalog kurmak üzere bir akıl üretmek ve gelecekte birlikte olabilmemiz için köprü ler kurabilmektir.

Birbirimizle çok açık bir dayanışma ihtiyacı çekiyoruz.
Bu anlamda ilk başta ortak iletişim ağlarında buluşmaya, konuşmaya, anlaşmaya, sarılmaya ve bir olmaya hep birlikte gayret etmeliyiz.

İddialı olmak ya da olmamak; işte bütün mesele bu.

Kazanamayacağı açık olan bir savaşı niye sürdürmüştü dağlılar, çok mu iddialıydılar. Tam 101 yıl, bi fiil, bazen göğüs göğüse, bazen değil. Tam anlamıyla savaşmışlardı. Neden? Çünkü haklı olduklarına inanıyorlardı, çünkü düşmanın devasal orduları karşısında ne kadar güçsüz kalmış olsalarda, haklı olmanın bir gururu vardı. Gözleri seğirmedi, elleri titremedi. Öleceklerini biliyorlardı, öleceklerini bile bile, biz haklıyız diye sürdüler atlarını, düşmanın üzerine. Öleceklerini biliyorlardı, ancak başka bir şeyi  daha iyi biliyorlardı; o da bir gün kazanacaklarıydı. Tarih bize, onların bu savaşıyla aktı geldi. Bugün haklı olduğumuzu nereden biliyoruz diye düşünüyor muyuz? Kendilerini ölebilir, esir düşebilir, sürgün olabilirlerdi ama haklı oldukları bir şeyin ciddiyetini göstermeleri gerekiyordu. Gösterdiler de. Gördük de.


Şimdi içimizde bizi kemiren bir soruya cevap bulalım. “Biz haklı mıyız?” Kime neyin mücadelesini veriyoruz, kimin dilinden, kime yarayacak bir geleceği bulmak üzere eşiniyoruz diye. İçinizdeki “iddalılık” korkusunu atın. Bugün ki tarihin, dört bir yanımız da yangınlar yükselirken ve bu yangınlar daha dün içimize köz düşürmüşken, geleceğe en çok umut vaadeden, gelecekte en olması gereken, kendini kendiyle üreten, kendini insanlıkla; insanlığın ortasına bıçak vurup, dostlar/düşmanlar diye amansız ve amaçsız, bizi ve bizlerle birlikte halkımızı gelecekten çürütenlere karşı beyanımız, iddiamız değil mi? Her birimiz büyük iddalarız. Varlığımız, bu halkın gelecek iddialarından; en barışçısı, en kardeşçisi, en eşitçisidir. Varlığımız, halkımızın üzerine çöken bu karanlığın ortasında aydınlık olma iddiasıdır. İddialıyız. Bizi, saray delhizlerinden aldıkları güçle geleceğin küfüne taşıyanlara geçit vermemek konusunda, barışın bu ülkede Çerkesçe bir karşılık bulması konusunda, hak ve adalet, eşitlik ve özgürlük kavramlarının yanında “Çerkesleri” oluşturma iddiasındayız.

Artık bir karar verelim. İddialı mıyız, değil miyiz.

Sorumlu olmak zorundayız!

Ben sorumlu olmak zorundayım, neden mi? Çünkü, sorumsuzluğumun bedelinin ağır olduğu, insanın insanı kestiği, insanın kadını pazar da köle olarak sattığı, milyonlarcasının ailesini dağıttığı, milyonlarcasının yurdunu ettiği bir çağdayım. Herşey bu kadar kötüyken, gözümün önündeyken, acının çığlığı bu kadar kulağıma gelirken, nasıl görmezden gelebilirim, nasıl duymamış gibi yaparım? Böyle bir yüreği, hangi çamurla sıvarım ben? Çocuklarıma “duymadım, görmedim” diye nasıl söyleyebilirim? İnsan içine nasıl çıkarım? Ben sorumlu olmak zorundayım. Çünkü herşeyi görüyorum, herşeyi duyuyorum. Halkların geleceği üzerine yakılan ateşin ısısı, bugün benim de halkıma vuruyor. Ben sorumlu olmak zorundayım; önceliğimi belirlemek zorundayım. Hakikaten, önceliğim ne? Ben insan olmazsam nasıl Çerkes olacağım mesela? İnsan olma önceliği, Çerkes olma önceliğinden önce değil mi? Sonra Barış önceliğim mesela, ortada halkların evlatlarının katledildiği nice savaş sürerken, bu savaşlar yürek dağlarken, insanlığım ağlarken, İnsanlığımın, Barış önceliğinden önce ne gelmeli? Eşitlik önceliğim mesela, sen bana tepeden bakarken, dilimi susturup, kalemimi kelepçelerken ben seninle neyi tartışabilirim? Özgürlük önceliğim mesela, ben özgür değilken, sana kimin derdini anlatabilirim? Kendimin mi, efendimin mi? Ben sorumlu olmak zorundayım, ancak siz de en az benim kadar sorumlu olmak zorundasınız. Zorundayız. Neden mi? Benim sorumsuzluğum halkım için deve de kulak. Senin ki de öyle. Düşünsene, binlerce yıllık tarihinde, adalet, özgürlük, eşitlik, bağımsızlık değerleri yaratmış bir halkın, ikimizin sorumluluğuna ne ihtiyacı olabilir? Ancak, ben sorumlu olmazsam, sen sorumlu olmazsan, biz sorumlu olmazsak; yüreğini balçıkla sıvayan, arsız, utanmaz, karaktersiz birileri; ki her halkın içinde böyle hain zümreler olur ve onlar bizim sorumsuzluğumuzun yarattığı boşluklardan bu halkı zehirlerse, deve, kulağından başlar ölmeye. Ben sorumlu olmak zorundayım ama, sende.

Sıçtınız olmadı sıvıyorsunuz, o da olmayacak bilmiyorsunuz.

Malum geçtiğimiz haftalarda içindeki irinleri bir bir akıtan biyolojik Çerkes bir dernek yöneticisi, Çerkeslik değerlerini bırakın, insanlık değerlerini ayaklar altına alarak, bütün seviyesizliğiyle; “acaba ne kadar kötü, ahlaksız olabilirim” diye test edercesine eşref-i mahlukatı bırakın, eşrefsiz mahlukların bile olamayacağı kadar alçaklaşmıştı. Derler ya, Allah düşmanımızın da şereflisini göstersin diye. Aynen böyleydi. Apar topar, yazdığını silerek yok edeceğini sanacak kadar zavallı bir hale düşüp, kendi aynı küften beslendiği ast trollerini meydana salarak sözde kendini unutturmak istemişti. Dengesiz herif, yetmiyor gibi; yorumlar yoluyla, mesajlar yoluyla ahlaksızlığını taçlandırmaya devam etmişti. Kendi hafızasızlığından olsa gerek ki, bu toplumun tümünü hafızasız zannetti heralde. Ama biliyorum; buraları, her yeri; it gibi takip ediyorsunuz. Acaba ne söylediler diye yanıp tutuşuyorsunuz. Efendilerinizin hürriyeti, adaleti ve kardeşliği yükselten herşeyi, hırsızdan, yalancıdan, rantçıdan hesap soran her muhalefeti hukukla terbiye edip susturmaya çalışmasını tatlit etmek istiyorsunuz. Hatta söylüyorsunuz. Biz “İTİZ” diye; avazınız çıktığı kadar bağırıyorsunuz. Farkındasınız, tarihinize layık yazılmış halk belleğindeki onursuz konumunuzun. Bütün yaşamınız, bu küçücük ömrünüzde her ne pahasına olursa olsun, size atılmış kemikleri yalamak. Bu sizin yaşam tarzınız. Her halkın içinden iti-köpeği çıkar. Yani ne yazık ki sizde bizim halkımızın içinden çıkan itten-köpekten ötesi değilsiniz. Her neyse!

Birisi, toplumsal değerlerimizin üzerine resmen sıçarken, diğeri de bir öncekinin sıçtığını sıvamakla meşgul. İşte böyle çirkin, böyle organize, böyle ilkesiz, böyle kalleş ve hain bir koordinasyon içindeler. Sıçtınız bari gidin utancınızla çürüyün. Bu gamsızlık, bu zavallılık ne oluyor?

Ben biliyorum ne oluyor.. boka battınız, tarihin logarlarından, hak ettiğiniz yere akıyorsunuz ve tüm endişeniz battığınız boka başkalarını da bulaştırmak.

Size benzeyen kim varsa, tek tek bulaşın. Bu halk sizin kadar onursuzlar sürüsünü görecek kadar tarihsiz bir zaman yaşamış olamaz.

Kabus gibisiniz, defolun gidin.

Ellerimde filiz veren yaraların hatrına!

varsın elimden kopsun açtığınız yaralar, size minnet edip gül gibi yaşamanın canı cehenneme efendim. Canı cehenneme. Her gün, Allah’ın her günü; gidip emek vereceğim elbet, ne size diz çökeceğim ne de sizin gibi hırsız olacağım. Her gün, Allah’ın her günü; gidip emek vereceğim yiyeceğim bir lokma için. Ama yine, bu rezil geleceğe razı geldiğimi sanmayın. Her gün, Allah’ın her günü, fırsat kollayacağım size bu harlı tekmeyi atmak için. Her gün. Ve ilk fırsatta efendim, ilk fırsatta, ilk yiyeceğiniz tekme olmak için an kolluyorum bilesiniz. Şimdi, elimi kana bulayan bu emeğin bir hakkı varsa, o da başkasının sırtında kene gibi yaşamak istemediğimden, başkasından değil. Beni diz çökmüş, razı gelmiş, alışmış sanmayın buna, tereddütünüz olmasın, ilk tekmeyi benim atacağıma. Tereddütünüz olmasın.

Hiçbir şey olmuyormuş gibi yapmak mı onurlu?

Farkında değilsiniz, ateş düştüğü yeri yakmıyor; düştüğü yerden yayılıyor. Yavaş yavaş, sinsi sinsi, güçlene güçlene yayılıyor. Ne kadar yok sayarsanız sayın, ne kadar sinerseniz sinin ama; o yok saydığınız ateş, sindiğiniz yerde sizi de yakmak için yaklaşıyor. Hiç değilse, bu yüzden: bugün ateşin varlığını inkar eden zihniyetinizi sorgulayın. Bakın, ateşe su olun demiyorum ama, hiç yoksa onu varsayın. Varsayın ki; doğduğu gün mutluluktan havaya uçtuğunuz yavrunuz, kendisine sorulmadan gönderildiği bir bölükte; kendisini temsil etmeyen bir savaşta ölse? Bu ateş, sizi yakmayacak mı? Hangi şovenist kelime, hangi nutuk, hangi özlü söz bu ateşin yaktığı yeri söndürebillir? Barış diyoruz, barış derken de terörist damgası yiyoruz. Peki biz, sadece tek taraflı bir barışı mı istiyoruz? Barış derken, rızası olmadan alıkonularak askere çevrilen çocuklarınızın da bekasını ilgilendirmiyor mu? Barış diyoruz, terörist ilan ediliyoruz ama; biz hiç kimse ölmesin derken, sizlerin çocuklarını da kapsamıyor muyuz? Size bir bölücülük masalı anlatılmış, inanmışsınız. Sorarım peki; barış neyin bölücülüğü olabilir? Devlet, barışa rızasını göstersin de, o andan itibaren silah atan namerttir. Biz sadece devletin attığı kurşunları değil, tüm tarafların kurşunlarını sayıyoruz. Türk’ten Kürd’e giden kurşunun durmasını istediğimiz kadar da, Kürt’ten Türk’e gelen kurşunun durmasını istiyoruz. Bu bölücülük müdür? 

Asıl bölücülük; savaştır. Savaş edebiyatıdır. Savaş şakşakçılığıdır!
Ne zaman bir silah patlasa, kimin attığının bir önemi yoktur ve her patlayan silah; bir canı hayattan bölmek üzere çalışır. Kimi zaman Asker, Gerilla’nın.. kimi zaman Gerilla, Askerin canını böler yaşamdan. Kurşun kime isabet ederse etsin, yere düşenin ardından bir feryat yükselir. Kimi zaman Türkçe, kimi zaman Kürtçe. Acının milliyeti yoktur. Evladını kaybetmiş bütün  anneler aynı dilde ağlarlar. Biz canı yaşamdan, evladı anadan ayıran bölücülüğe karşı barış istiyoruz. Esas bölücülük, ortada onurlu barış varken, onursuz savaşı devam ettirmektir.
Gel gelelim; bize… 
Çerkesleri, savaşa karşı barışı savunarak töhmet altında bırakan biz’lere.. Çerkeslerin, yaşadığı ülkelerde gelişen olaylar karşısında sessiz kalmamak  gibi duyarlı ve insanlık onuruna yakışanı yapan, kısmen bu halkın vicdanını temsil eden, tarihine çekmiş; şu kötü çocukara.
Ne yapmalıyız istiyorsunuz?
Bu ülkenin dört bir tarafı ateş çemberine dönerken, her bir yandan anaların feryatları yükselirken ve ateş, burnumuzun dibinde, canımızı, soydaşımızı, yoldaşımızı yakarken; hala sessiz mi kalmalıyız? Bu mudur onurlu olmak? Hangi onur, ateşe düşmüş canı yok saymak kadar duyarsız kalmaktır? Hangi onur, bu savaşın ortasında barışı bağırmak kadar kutsaldır? 
Her şey bu kadar kirliyken, bu kir paçalarımızdan boğazımıza doğru var gücüyle tırmanırken, halkımız ve özellikle gençlerimiz geleceksizleştirilirken hiçbir şey olmuyormuş gibi olmak mı onurlu? 
Gidin, bu kelimeyi öğrendiğiniz yerde onurlu adam mı var diye iyice araştırın.
Biz hiçbir şey olmuyormuş gibi yapmayacağız.
Bu savaşı durdurmak için, üstümüze düşen neyse, gücümüz neye yeterse çalışacak ve çabalayacağız.
bu halkın vicdanını temsil etmek için çabalamak zorundayız…
geleceğimizi umutlandırmak için çabalamak zorundayız!
,
Bizim iki güzel söze satılmış bir tarihimiz yok, hiç olmadı ve asla olmayacak.

Dünya değil, Kadın Cehennemi…

Bazı acılar, artık o kadar normalleşmiş ki; sanki günlük hayatın bir parçası gibi yaşanılıyor. Gözler görünce yadırgamıyor, insan duyunca şaşıramıyor; şiddetin bu denlisi, sanki günlük hayatın bir parçasıymış gibi, bu anormallik çok normalmiş gibi yaşanılıyor. Daha önce de belirttim, şimdi de belirtme gereği duyuyorum, daha sonra da belirtecek gibi hissediyorum ama; içinizdeki erkeği öldürmeye hiç mi niyetiniz yok? Bir anlık acıma, öfkelenme, hüzün falan değil bunun çözümü, bunun çözümü artık içimizde bizi kuşatan bu erkeği öldürmek.
Abarttığımı düşünmeyin, çünkü aslında hep birlikte abartıyoruz bu rahatlığımızla. Arkadaşlar; çepeçevremizde, hergün ve sürekli olarak kadınlara bir işkence söz konusu. Eşine tecavüz eden kocalardan, kızına tecavüz eden babalara, annesine tecavüz eden çocuklara kadar; kadına tecavüz edilen ve bunun normalleştiği çağdayız. Kadına sadece vajinasından, makatından değil; evinden, giyiminden, düşüncesinden, okulundan, yaşamından, özgürlüğünden, eşitliğinden tecavüz ediyoruz. O’nun bütün yaşam alanları, bilinçli ya da bilinçsiz; farkında ya da değil daraltıyoruz. O’na reva görülmüş rezil geleceğin üzerinde yaşıyoruz. Peki o halde soralım kendimize; yaşam alanları kuşatılmış, düşüncesi bastırılmış ve kendisi olmaktan uzak, özgürlüğü olmayan, eşit olmayan bu kadınları görmezden gelerek ve onlarla birlikte ne kadar özgür ve adil bir gelecek inşa edebileceğiz? 
Bugünlerde, 400 küsür askerin sistematik olarak, özgürlüğüne, eşitliğine, bedenine, düşüncesine tecavüz ettiği ve artık buna dayanamayan bir kadının almanya’ya kaçarak kurtulmayı denediği haberleri görüyoruz hepimiz.
Gelin hep birlikte içimizdeki erkeği öldürelim. Kadına uzanan ellerimizi, kadına uzanan düşüncelerimizi, onu kuşatan ve onu köle etmeye, ona misyon biçmeye hazır zihniyetimizi öldürelim. 
İçimizdeki erkekler ölmedikçe, hayatımızdaki kadınların hepsi tehdit altındadır.
Dünyayı, kadın cehennemi olmaktan kurtarmalıyız. Kurtarmalıyız ki işte o vakit; insanlığın cennetine bir adım daha gidebilelim.