Şimdi, samimiyet sınavını geçme vakti*

Ön özet:
*****
Sochi Olimpiyatları,
Türkiye’de de Çerkes gündeminde bir hayli yer bulmuştu. Halkına
ve yurduna duyarlı kişi ve örgütler bir çok makale/bildiri
yayımlamış, kampanyalar oluşturmuş ve eyleme dökülmüşlerdi.
Aynı zamanda Çerkesya Yurdunun bugün üç bölgeye ayrılan
kısımlarından biri olan Kabardey-Balkar Cumhuriyeti’nin Başkenti
Nalchik’de de tam olimpiyatların açılış günü, aktivist
Çerkesler tarafından bir eylem organize edilmişti. Sochi Karşıtı
yapılan eylemler içerisinde gözaltı (30) olan tek eylem buydu.
Gözaltına alınan eylemcilerden Anzor (Aktivist) işkence görmüş
daha sonra serbest bırakılmıştı. Daha sonra yaşanan
gelişmelerle, Anzor’un hala baskı altında olduğu, dinlendiği,
takip edildiği ve taciz edildiği ortaya çıktı. Anzor,
yayınladığı bir bildiri ile “dayanışma” çağrısı yaptı
(*Çerkesya Yurtseverleri Çevirisi -Tuapse Press).
******
Her ne kadar ayrı
fikirler, eylemsel bir davranışa döküldüğünde birbiriyle
çatışsa dahi; aynı haksızlığa baş kaldıranların ve bu
başkaldırıda birbirinden bağımsız ya da birbiriyle iç içe
aynı amacı savunanların, kullandıkları dil, izledikleri yol her
ne kadar ayrı bile olsa birbirlerine karşı sorumlulukları vardır.
İşte Anzor Ahohov’a karşı, bugün Türkiye’de “Çerkeslik”
için mücadele ettiğini söyleyen tüm kişi/kurum/örgütlerin
sorumluluğu olduğu gibi. Bu sorumluluk, hepimizindir ve onun
dayanışma çağrısına cevap vermekte boynumuzun borcudur.
Samimiyet sınavımız, Çerkeslik için bir yerde yedeklendiğini
haykıran tüm örgütlerin, Ahohov için harekete geçmesini
gerektiriyor. Olacakları ve olmayacakları göreceğiz ve artık
olanlara ve olmayanlara karşı bir fikir sahibi olmamız gerektiği
de kesin. Bu sınav, halkımızın hakkı ve adaleti için mücadele
ettiğini söyleyenler içinde kimin kuru gürültü, kimin samimi
olduğunu gösterecektir. İşte bu nedenle Türkiye Diyasporası
için böyle bir özellikte barındırmaktadır.
Sevgili Ahohov,

Halkımızın
tarihsel adaleti ve gerçeğin duyulması için, tehlikenin tam
karşısında cesurca yaptıkların için minnettarım ve kendim
adıma sana ne kadar teşekkür etsem azdır. O soykırım
zamanlarında ölmemeyi başarabilen, Karadenizden Türkiye’ye ulaşma
şansını yakalayabilmiş, Salgın hastalıklar ve açlık
karşısında inatla yaşayan, geldiğimiz topraklarda, sokulduğumuz
çatışma ve savaşlardan da sağ çıkan atalarımın ve
Türkiye’nin tüm asimilasyon politikalarına karşı, en azından
Çerkes olduğunu söyleyebilecek kadar sağlam çıkan anne ve
babamın çocuğuyum. Halkım için düşünen ve birşeyler yapmak
isteyen kardeşin olarak; bizi tam birbirimizden kopardıkları
noktada, farklı tarihlere ayrıldığımız yerde, Sochi’de
birbirimizi unutmadığımızı haykırdığın için, aynı zamanda
yoldaş-ta olduğumuzu bilmeni isterim. Sana karşı yapılan
baskıları üzerime alınıyor ve buna karşı elimden gelen herşeyi
yapacağımı bilmeni istiyorum. Elimden gelen şeyler, bugün
Türkiye’de Çerkesler için oluştuğunu söyleyen tüm Çerkes
kurum/kuruluş ve örgütlerini, sana karşı yapılan baskılara
duyarlı olmaya çağırmak ve Rusya’ya senin yalnız olmadığını,
seni takip eden birilerinin olduğunu duyurmaya çalışmaktır. Bunu
yapacağım. Seni, bugün sürgün olarak geldiğimiz topraklardan
takip edeceğim. Sesini, buradaki soydaşlarına duyurmaya
çabalayacağım. Yalnız değilsin, bugün başka yurtlara sürülmüş
ve orada seninle aynı dava için çabalayan kardeşlerin var. Hep
birlikteyiz, Çerkesya’da ve Diyasporada. Birimiz hepimiz, hepimiz
birimiz için Ahohov.

Çerkes Karakteri, Çerkes tarihidir.

Halkımızın
çevresinde gelişen dünyaya baktığı zaman verdiği tepkiler,
tamamen kendi tarihinden kopuk olmasının bir sonucu olabilir.
Kendisini hep başkalarının tarihinde okuyan, hep başkalarının
tarihindeki veriler ile kahraman, hain olan bir halktan; halkı
temsil eden toplumsal bir vicdan, özgün bir duruş beklemek ne
derece doğrudur bilemiyorum, ancak kendi tarihini araştırmadan,
başkalarının tarihlerindeki dayanaklara göre nitelikler edinen ve
bu nitelikleri fanatik bir şekilde savunan insanların, halkına
referans olacak bir duruş sergileyebileceklerini hiç sanmıyorum.
Kime dost, kime düşmanız diye soruyoruz sürekli, oysa bu soru
hileli bir soru. Çünkü dostta, düşmanda bir değil. Asıl soru;
biz neye dost, neye düşmanız? Bunu cevapladık mı? Biz, adı-şanı
ne olursa olsun; zalime düşman mıyız – değil miyiz? Haksızlık
edene, yanlışlar yapana, cinayetler işleyene, kanlar akıtana,
ezene düşman mıyız – değil miyiz? Bizim tarihimizdeki yeri
nedir bu duruşun? Birbirimizi, “o’cu – bu’cu” diye ilan etmek,
“o’culara – bu’culara” fanatikler toplamak, birbirine düşürmek
kolay olan değil mi? Çünkü, kendisi olması unutturulmuş,
başkası olmaya zorlanmış bir halkın içinde, böyle fanatikler
yaratmak ve fanatikleri birbiriyle çarpıştırmak kolay geliyor
olmalı. Kendi toplumsal tarihindeki tecrübelere dayalı bir akıl
yoksunluğumuz var, bu yoksunluk kolay değil. Bu yoksunlukta gökten
zembille inmedi, kendi kendine unutulmadı bu tarihte. Bugün,
halihazırda olduğumuz kıvam, dün birilerinin; yarın işime yarar
diye olmamızı istediği yerin ta kendisidir. Çerkesler,
kendilerini temsil eden bir karakteri, başkalarının yazdığı
tarihteki süslü cümlelerde değil, kendi tarihlerindeki tecrübeye
dayalı toplumsal aklın, vicdanla harmanlanacağı yerde bulacaktır.
Bugün bu kıvranma, bu belirsizlik ise birilerinin bu karakteri
gökten indirmeye çabalamasından kaynaklanmaktadır. Umut ederim
ki, birgün bunun yerde olduğunu anlayanların sayısı
çoğaldığında, işte o gün dostta, düşmanda; zalim için
korkutucu, mazlum için umut veren Çerkes karakteriyle tanışacaktır. 

Ulusal Şizofreni

#apiscanberk

Travma sonrası
çağdayız, hem de öyle ben-sen-o değil, hep birlikte, hepimiz
tabiyiz bu çağa. Bakış açılarımız bazı kalıplar ile
çevrili; müslümanız, devrimciyiz, sadakat sahibiyiz.. ama
hepsinden önce ya da sonra mutlaka Çerkesiz. Mesela; Müslüman
Çerkesiz, Devrimci Çerkesiz, Sadık Çerkesiz. Ama illa Çerkesiz,
biri çıkıp Çerkesler olarak Bir şey yapsa, “kim verdi ona bu
yetkiyi” diyebilecek kadar Çerkesiz. Biri gidip biriyle görüşse
Çerkes olarak “o kim ki” diyecek kadar Çerkesiz. Evimizde
televizyon izlerken, bilgisayarda, sokakta, okulda, camide, dernekte,
partide.. hep Çerkesiz. Çerkesiz çünkü; annemiz-babamız, atamız
Çerkes, Çerkesiz çünkü; 1864 yılında kaybettiğimiz savaşla,
yaşadığımız soykırımla yurdunu terk eden Çerkesya halkının
kopuntusuyuz.
Çerkes olduğumuzu
söylerken göğsü çatlarcasına kabaran, beli kırılırcasına
dikleşen, bakışları sertleşen, duyguları depreşen insanlarımız
var, hani o soykırımı hatırlayacağı bir konu geçtiğinde, lafı
olduğunda gözlerinin önüne bir Rus gelse, gözlerinin ateşiyle
yakacağı kadar öfke dolan Çerkeslerimiz de var. Çerkesliğini
bir tek düğünde hatırlayan, hayatın ekonomik akışında
savrulmuş Çerkeslerimiz de yok değil. Acayip bir Çerkes karmaşası
var açıkçası.. Abhaz Çerkesleri, Oset Çerkesleri, İnguş ve
hatta Karaçay Çerkesleri var. Zorlasak inanıyorum ki Çerkes
İnsanlığı, Homosapienscauscaslık filan bile çıkaracağız.
Çünkü çok önemli bu, Çerkes olan cennete gider, Çerkes olan
zengin olur, Çerkes olan devrim yapar, Çerkes olan bla bla bla…
Çerkesler olarak; 1864 yılında kaybettiğimiz savaştan sonra,
Devleti Aliye Sultanı olan Halife’nin bize kucak açtığını ve en
iyi yerlerde bize topraklar verdiğini söyleyen, Kurtuluş Savaşında
en ön cephede savaştığımızı, kurucu unsurlardan olduğumuzu
söyleyen, Necdetler, Mustafalar, Yusuflar, Suphiler, hatta Mahirler
Çerkesdi, yolları devrimdi diyen Çerkeslerin devrimci olduğunu
söyleyen, Atatürk’ün samsuna çıkarken yanında bulunan herkes
Çerkes’di, Çerkesler Atatürkçüdür diyen Çerkesler var.
Çerkesleri abarta abarta, oraya-buraya sıkıştıra sıkıştıra,
hep başkası yapa yapa; kendisine yabancılaştırdılar. Çerkeslik;
farklı bakış açılarına göre, aklın mantığını muazzam bir
şekilde zorladı ve ulusun diasporası için ulusal şizofreniye
dönüştü. Açıkçası 1864 öncesiyle ilgili, Çerkesler için
sürekli birşeyler söyleyen kimseler ne biliyor, orasından emin
değilim, 1864 sonrası herkesin bildiği farklı şeyler var. Fakat
Çerkes halkı, 1864 yılında gökten zembille inmediğine göre, bu
halkı kendi varlığına bürüyen ve bugün yabancılaştığı bir
tarihi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ulusal Travma soykırım
ve sürgünle tetiklenmiş olsa bile, 150 yıldır bu istikamette
ilerlemedi. Sürgün ve soykırım sonrası gidilen coğrafyaların
etnik siyasi girişimleri Travmayı derinleştirdi ve kendi tarihi
bilgisinden gittikçe uzaklaşan ve tarihini sadece mitlere
dayandıran Çerkes halkı için bütünlüğü inkar eden bir kaos
başladı. Bu kaos onlarca yıl süregeldi, kaosa itiraz hep olsada,
itiraza tutunuş yine coğrafyanın siyasal baskılarından ötürü
mümkün olamadı, zira diasporanın kısa tarihine bakıldığında
bu kaosu yarma girişimlerinde bulunan ya da kaosu yarma düşüncesini
tetikleyecek girişimlerde bulunan Çerkes halkının bazı
evlatlarının nasıl da cinayetlere kurban gittiğini görebiliyoruz.
90 yıllık cumhuriyet, her halkı kapsayan ve her dönemde bulunan
asimilasyon politikaları, bölge halkları lehine gelişen siyasal
akımlarla gelen darbeler, resmi tarihin akıl çöplüğü,
cinayetler, faili meçhuller, gözaltında kayıplar… Bunlar bizim
dışında kaldığımız şeyler miydi? Tam içinde, iliğimize
kadar dayanan ve bizi sindiren şeyler değil miydi? Diasporanın
ulusal bilincindeki kaosu sürdüren, bu sinme, bu aydın
zümrelerinin yok edilişi/susturuluşu değil miydi? Hepimizi, kendi
kulvarının en radikal Çerkesi yapıp, başka kulvarlara karşı
düşmanca yaklaştıran şey değil miydi bunun sonucu. Peki,
diasporanın kendi tarihinde eksik kalan, tüm çevrede gelişen
olaylara karşı tepki koyup, bir etki yaratamadığı şey neydi?
Neydi bu kaosu halkımızın üzerinde muzaffer kılan, diline,
kültürüne doğan yaşam güneşini batıran? Neydi tatmin olunan,
korkulan? Ulusal şizofreni, varlığını Türkiye’deki kentleşme
politikaları ile oraya çıkardı. Sürgünle gelinmiş
coğrafyalarda zaten yurtlarından zorla sürülmüş, açlık ve
sefalet içinde bulunan ve ciddi bir Travma yaşamış bu halk için,
bu topraklarda da ulusal anlamda güzel günler yoktu. Zamanın
iktidarı da bu halkı tüm sosyal ilişkilerinden ve birliğinden
ayıran, kendi çıkarlarına uygun biçimde kullanmak üzere bir
kadere sürüklüyordu. Anayurdumuzdan kopuntuyduk, diasporada
birbirimizden de kopuntuyduk. Zamane iktidar zihniyetinin çeşitli
politikalar ile kolonize ettiği yerlerde; kah Ermenilerle, kah
Araplarla, kah Kürtlerle, kah Ruslarla, Yunanlarla, Fransızlarla
hiçbir ilgimizin olmadığı savaşlarda sıra neferi olacağımız
günleri bekliyorduk. Altımıza at, elimize silah verilecek günler
hızla geldi. Taraflar; anlaşmazlıklarını ilan edip kendi ulusal
çıkarlarının savaşını vermeye başladılar. Araplar,
Ermeniler, Yunanlar, Türkler, Kürtler vs. hepsi ulusal çıkarları
gereği vermesi gereken mücadeleye sarıldılar, işte o gün
Çerkesler, kendilerinin hiçbir ulusal düşünce üretmedikleri bir
savaşın içinde; kimileri için katil, kimileri için kahraman
oldular. Kendilerini kahraman ilan edenlerde, katil ilan edenlerde bu
savaşların sonunda kendi ulusal politikaları ile giriştikleri
savaştaki durumlarına göre, çıkarlarının uyuşabildiği
antlaşmalarla paylalarına düşenleri aldılar. Tarihe kendi
savaşlarını yazdılar. Hiçbir taraf; Çerkesler için önemli
olan birşeyi dinlemedi. Dil, yurt, kültür, hak, adalet..
Tarafların hepsi, kendi ulusal stratejilerine ters düşmediği
müddetçe Çerkeslere misyonlar biçti. Çerkesler “asil”
“vatansever” “kahraman” oluyorlardı. Bazen “hain”de
oluyorlardı. Fakat her ne olurlarsa olsunlar, kendi yurtlarından,
kendi tarihlerinden ve kendi uluslarından hızlıca kopuyor ve yok
oluyorlardı. Türkiye Devletinde, baskın ulus ideolojisi katı bir
asimilasyon programı oluşturdu. Aydınlar, yazarlar, biliminsanları
yetiştirecek eğitim kurumları ile bunu bölgedeki tüm halklara
dayadı. Bugün, yaşayan tarihin içinden gördüklerimizle çok net
ifade edebiliriz ki; Asimilasyon, Çerkeslerin diyasporada kolonize
sayılabilecği köylere bile eğitim ile girdi, ciddi ve katı bir
program ile okullardan evlere bile etkisini sürdürdü. Çerkeslerden
seçtikleri köy öğretmenler, Çerkes çocuklara Çerkesce
konuşulmaması için baskılar bile yaptı. Zamane çocuklarının
anılarında; bu çocuklar aracılığı ile evde bile Çerkesçe
konuşulmasının engellenmeye çalışıldığı anlatıldı. Fakat
bunların içinde, fiziksel etkisi görünmeyen ama etkisi en
tehlikeli olunan şey ise; toplumun entelejansiyasını oluşturacak
zümrelerin üzerinden gidiyordu. Belki köylerde Çerkesce
konuşulmaya devam etti, fakat okuyacak olan, bilgiye erişecek,
donanımı artacak olan, eğitimli zümrelerin büyük çoğunluğu
dilinden, kültüründen uzaklaştı. Nihayetinde okuyan zümreler,
gelişen dünyada köylerine de sığamaz oldular. Köylerdeki dar
ekonomi ve yaşam alanı, tahsilli insanları köylerden
uzaklaştırmaya ve kentlere itmeye başladı. Kentler ise ekonomik
karmaşanın içinde, asimilasyon yatağının en kuvvetli olduğu
yerlerdi. Hatta o dereceki, baskın ulus üzerinde bile;
üretim-tüketim toplumu olarak kültürel asimilasyon uyguluyordu.
Tüketim toplumu, kentte artan ihtiyaçlarını karşılamak için
sadece geniş kültüründen değil, kişisel ahlakından bile
tavizler verdiyordu. Kentleşme, yarı-politik ve tam ekonomik bir
dayatma olarak; bu coğrafyada köylerde kolonize olmuş tüm
halkları ciddi bir tehlikeye soktu. Çünkü köylerde, kentlere
kıyasla yaşam alanları çok dardı, açıkça ifade etmek
gerekirse varlıklı bir köylü bile, orta sınıf bir kentliye göre
daha sefil bir yaşam sürüyor diyebiliriz. Yani, ya köylerinde
kalıp; herşeyin gerisinde olacaklardı ya da kentleşeceklerdi.
Eğitim alan kişiler, kenti görüyor, duyuyor, tanıyor ve oranın
parlak yaşamına özeniyordu, zamanla okuyanlar, okumayanlardan daha
çok oldu, okuyanalar kentleştikçe, köyler boşaldı ve köyler
boşaldıkça asimilasyon derinlere nüfuz etmeye başladı. Böylece
kolonize bir şekilde yaşamanında sağladığı küçük avantajlar
yitirildi. Köylerdeki küçük avantajlar ise; Çerkes kültürünü
sosyal olarak sürdürebilmek, dil konuşabilmekti ve belki sözlü
tarihin taşıdığı tarihsel gerçeklikler de barındırıyordu.
Fakat; kolonize kültürlerin yaşayamayacağı çağlarda değil
miydik? Köyde, sıkışıp kalmaya yönelmek bizi kendini
geliştirebilen, dilini koruyabilen, kültürünü yaşayabilen
Çerkesler olarak daimi mi kılacaktır? Sürgünden sonra planlanan
yerleşimlere göre bakıldığında, küçük köylerde büyük bir
ulusal bilinç yaratamayacağımız açık, iletişim çağında
olsak bile; kentleşmenin ekonomik ve psikolojik baskısı gözardı
edilemeyecek kadar yoğun ve gerçek değil mi? Hayaller ve
temenniler ile gerçeği görmezden gelerek hiçbir şey kazanamayız.
Gerçek; soğuk, katı ve ağır. Bu gerçeği anlamak ve bu gerçek
etrafında düşünmek zorundayız. Ulusal bilinç, tarihe kök
salmış somut varlığımızı kavramış ve bunu kabul edebilen,
köylerde ve kentlerde kendini bu bilinç getirecek örgütlenmeyi
zorunlu kılıyor. Yani, diyasporanın önce tarihini bilmesi ve bu
tarihin delilleriyle kendi kadim varlığını en başta Çerkes
bireylerine, sonra diğer halklara anlatması ve kabul ettirmesi
gerekir. Ulusal kaos; eşitlik, özgürlük, adalet gibi tüm
taleplerin de önünde büyük bir engel olmakla birlikte, Xeku,
Xabze ve Bze içinde çok büyük bir yaradır. Kendi yurdunu,
tarihini, dilini, kültürünü kavrayamamış bir halktan, kendi
tarihsel varlığını oluşturan bütün özneleri ciddi bir
tehlikedeyken, Xeku tarihi unutulmuş, Adığebze yok oluyorken,
Xabze paramparçayken, sanki kendine özgü bu özellikleri ve
gerçeklikleri muazzam bir şekilde korunuyor gibi; halkı adına,
kendini yok eden şeyler dışında radikalize olmuş örgütlerin
birbirleriyle mücadele yürütmesi; diyasporamızın ulusal
şizofrenisi sonucudur. Dediğim gibi; 1864 öncesi tarihsel varlığı
hakkında hiçbir şey bilmeyen, 1864 sonrası kendisine öğretilen
farklı şeylere saplanıp kalmış bu duruma derhal bir çözüm
bulmalıyız. Ulusal şizofrenimize bir son verip, içine gittikçe
battığımız yok oluşu yarmalıyız, varlığımızı
güçlendirecek çözümler üretmeliyiz. Farklılaştığımız
yerleri, kendi özgün zeminlerinde yaşayabiliyorken; Çerkesliğe
iliştirmemiz bu ulusal şizofreniyi derinleştirmekten ötesi
olmayacaktır. Bizler, aynı olduğumuz yer olan “Çerkesliğin”
içinde bulunduğu tehlikeyi görüp, bu tehlikeye karşı ortak bir
mücadele vermek zorundayız. Eğer Türkiye diyasporasında
Çerkeslik, bizi ortaklaştıramazsa, ulusal şizofrenin sonucu ne
yazık ki halkımızın bu topraklardaki kopuntusunun yok oluşu
olacaktır. Çerkes Diyasporasının yok olmamak için, yurduyla
bağa, dile ve kültüre ihtiyacı var. Oysa ne devrimin, ne islamın
ne de türklüğün Çerkeslere ihtiyacı yoktur. Çerkesler olarak
ulusal bilince erişip, tarihsel varlığımızı anladıktan sonra;
ulusumuzun refahı, ekonomisi, özgürlüğü, inancı üzerine
mutlaka tartışamar çıkabilir. Fakat bir kimlik olarak
netleşemedikten sonra, o kimliğe iliştirdiğimiz tüm kavramlar
boş kalıyor, boş kalmakla kalmıyor, yarım kalmış
Çerkesliğimizi de içinde eritiyor.

Kimin Çerkesi?

Bizi çürüten eski, bizi boyayan yeni ve bu ikisi arasına şartlanmışlığımız hiçbir şekilde bizi yarına götürmüyor. Hep başkalarının bizim için söylediği bir Çerkes olmaya çalışmaktan, hiç kendi bildiğimiz gibi bir Çerkes olmayı akıl edemiyoruz. Sahi; biz Çerkes olmayı nasıl biliyoruz. Bu sorunun yanıtını hiç aradık mı? Ethem bey ile “hain” Şeyh Şamil ile “kahraman” 1864te “sığınmacı” 1919da “direnişçi” hak isteyince “yediği kaba pisleyen” iktidara biat edince “asli unsur” olmayı başardık, bunlardan her birini içselleştirenlerimizde, reddedenlerimizde oldu, oluyor. Her birimizin elinde bir Çerkesmetre var ve bu çerkesmetrelerimiz, bizimle aynı düşünmeyenleri hızlıca Çerkeslikten çıkartabiliyor (…) herkes kendi bildiği Türküyü, avazı çıkana kadar bağırırken, peki tarihimizde bize bağıran ve bugün ona sağırlaştığımız Çerkeslik nedir? Eğer bu soruya cevap veremezsek, vermezsek.. elimizde tuttuğumuz Çerkesmetrelerimiz ile birbirimizin boyunun ölçüsünü almaya devam edersek, hep başkalarının biçtiği kıvamda, istediği kadar olmuş bir Şipsi olmaktan öteye gidemeyecek gibiyiz.